Kölelik, modern dünyada akıl almaz ve tüyler ürpertici bir kavram olarak algılanıyor. Ancak bazı sömürge bölgelerinde 20. yüzyılın ilk yıllarına dek süren bu insanlık pratiğiyle yüzleşmek, neden bu denli güç geliyor?
Binlerce yıldır varlığını sürdüren bu kurum karşısında sosyal bilimcilerin neden bu kadar temkinli davrandığını kavramak gerçekten zor. Benzer bir çekingenlik, köle ticareti tartışmalarında da kendini gösteriyor.
Şimdi gelin, köle ticaretinin tarihine kısaca göz atalım.
Köle Ticaretinin Kökenleri ve Yayılışı
Köle ticareti, 15. yüzyılda Portekizlilerin öncülüğünde başladı. Avrupalı devletler, yaklaşık 30 milyon Afrikalıyı zorla okyanus ötesine taşıdı.
Batı Afrika sahilleri, bu ticaretin ana üssü haline geldi. Benin, Gana, Senegal ve Nijerya gibi ülkelerin limanları, insan pazarlarına dönüştü.
Senegal açıklarındaki Gorée Adası, 15. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Batı Afrika’daki köle ticaretinin kilit noktalarından biriydi.
Ada üzerinde köle evleri inşa edildi. İnsanlar zincirlere vurularak haftalarca bekletiliyor ve gemilere sıkıştırılarak bindiriliyordu.
17. yüzyılda tüccarlar, bir at karşılığında 25-30 kişiyi satıyordu. Kadın ve çocukların değeri, dişleri ile sağlık durumlarına göre hesaplanıyordu.
Yolculuk sırasında kölelere, ayakta kalmalarını sağlamak için bitter kola adlı bir yemiş veriliyordu.
Batılı güçler, bu sistemle dünyaya ayrımcılık ve zulmün tohumlarını ektiğini kanıtlamış oldu.
Peki, Osmanlı tarihinde kölelik nasıl yer aldı? Bu konuyu yalnızca saldırı ve savunma bağlamında mı ele alacağız? Kölelerin “canları” yok mu? Tarih, kölelerin sırtına basarak yükselirken onları neden görmezden gelmekte ısrar ediyor?
Haydi, köleliğin zincirlerini kırarak bu konuya derinlemesine bakalım.
Bilinmeyen Yönleriyle Kölelik Kurumu
2000 yılında yayımlanan ve Manchester Metropolitan Üniversitesi’nde tarih profesörü M. L. Bush’un yazdığı “Servitude in Modern Times” (Modern Dönemlerde Kölelik) adlı 300 sayfalık kitap, Spinoza’dan bir alıntıyla açılıyor. Kitap, köleleri kurbanlık koyunlar gibi görmenin yanıltıcı olduğunu savunuyor ve köleliği hukuki bir kurum olarak incelememiz gerektiğini vurguluyor.
Yazara göre, kölelik kavramını tam olarak tanımlamadan tartışamayız. Savaş esiri olarak köleleştirilen biriyle, doğuştan köle olan ve toprakla birlikte satılan serf aynı kategoride mi? Borcundan ötürü gönüllü köle olan kişiyle, ölüm cezasını ömür boyu köleliğe çeviren mahkum aynı mı?
Bush, bir hatamızı da affetmiyor: Köleliği özgürlük yoksunluğu olarak tanımlıyoruz. Oysa birinin özgür olmaması, köleliğinin niteliğini belirlemez. Örneğin, Osmanlı’daki “kul taifesi” devşirmeler… Bu köleler, devletin kaderini ellerinde tutuyor, yarım milyonluk ordulara komuta ediyor ve binlerce köle yönetiyordu. Hem devşirme paşalar hem de konaklarda hizmet eden halayıklar köleydi!
Nasıl oluyor da bir kölenin kendi köleleri, hatta orduları olabiliyor? Bu iki kölelik türü aynı mı? Özgür olmayışları onları birleştiren bir ortak nokta mı?
Kitap, köleliğin “yaratıcı bir güç” olduğunu öne sürüyor ve modern dünyayı şekillendiren olumlu unsurlardan biri olarak görüyor.
Köleleri her zaman efendilerinin mağduru olarak ele almışız, oysa kölelik yasal bir kurumdu ve geçmişte sanılandan daha az acımasızdı…
Kitabın sayfaları Osmanlı bölümünde duraklıyor. Bakalım Bush, Osmanlı köleliği hakkında neler söylüyor?
Osmanlı Köleliğinin Karanlık ve Aydınlık Yüzleri
Tarihçi Daniel Pipes’a göre, devşirme elitine (kul taifesine) köle demek yanlış. Onların statüsü farklı; köle kavramına yeni bir boyut katıyor. Hür insanlar gibi kamu görevlerinde bulunuyor, geniş yetkilerle donatılıyorlar. Böyle köle olur mu?
İsrailli tarihçi Ehud Toledano, Osmanlı köle tarihi üzerine yaptığı çığır açıcı çalışmada, kul olan ve olmayan memurlar arasında ayrım yapıldığını belirtiyor. İlginçtir, bu ayrım genellikle kul kökenlilerin lehine oluyor. Efendileriyle yakın ilişkileri sayesinde daha fazla ayrıcalık kazanıyorlar.
Toledano başka bir yanılgıya da dikkat çekiyor: Eğer Osmanlı sistemi köle ordusu üzerine kuruluysa, bu kölelerin çocukları doğduğunda hür sayıldığından, sistem hızla köleliği ortadan kaldırırdı.
Daha da önemlisi, Osmanlıların “köle” anlayışıyla Avrupalılarınki arasında büyük farklar vardı. 19. yüzyılda kölelik yasaklandığında bu fark anlaşıldı. Karatodori Paşa gibi temsilciler, Avrupa’ya “Sizin kölelik anlayışınız bizde yok” diye açıklamalarda bulundu. Osmanlı’da kölelik ömür boyu değildi; 7 yılla sınırlıydı. Hakan Erdem’in aktardığına göre, 1878’de Lady Blunt, bir cariyenin 7 yıl sonunda özgürlüğüne kavuştuğunu, çeyiz verilerek hür bir erkekle evlendirildiğini yazmış. Kötü efendiler bazen satarak kaçsa da, bu nadir görülüyordu. Osmanlı köleliği, Amerika’dakinden çok farklıydı.
Cariyeler konusuna değinirsek, İslam hukukunda köle bir kadın çocuk doğurursa otomatik özgür olur. İslam’ın dörtten fazla evliliğe izin vermesi, köleliği azaltma amacı taşıyordu. Sokaktaki köle kadınları evlendirerek özgürleştirmek, toplumun yaralarını sarıyordu. Günümüzde anlamak zor, ama o dönemde rahmetti.
II. Abdülhamid de hatıralarında, Osmanlı köleliğinin Batı anlamında kölelik olmadığını, daha çok koruma ilişkisi olduğunu savunuyor.
Bir başka nokta: İslam’da kölelik “şehirli” bir özellikti. Batı’da siyahi köleler plantasyonlarda köylüleştirilirken, İslam’da küçük esnaf, hamal veya zanaatkar olarak şehirleştiriliyordu.
Bush’a göre, Osmanlı köleliği eşsizdi. Toplumun hiyerarşisine uyum sağlayarak çeşitli biçimler alıyordu. Köleler eğitimle yönetici oluyor, güç ve servet sahibi oluyordu. En alttakiler ise sahipli işçilerdi. Köleler arasında da zengin-fakir ayrımı vardı.
İslam Dünyasındaki Köleliğin Farkı
Bush, İslam köleliğini Amerika’yla kıyaslayınca, Müslümanların kölelerine daha insaflı davrandığını Avrupalı seyyahların gözlemlerinden aktarıyor. 19. yüzyılda Mısır ve Arabistan’ı gezen John Lewis Burkhardt, köleliğin isminden daha az korkutucu olduğunu söylüyor. Sudan’da 5 yıl kalan Gustav Nachtigal, İslam’ın köleliği kolaylaştırdığını hayretle belirtiyor.
Bush’un çarpıcı tespiti: Avrupalılar zenci ve kahverengi derilileri hızla köleleştirirken, Osmanlı köle ihtiyacını beyaz Kafkas ırklarından karşılıyordu. Zenci köleleri ev işlerine, beyaz kadınları haremde eğitime, erkekleri devlet yönetimine yönlendiriyordu. Bu politika, Avrupa’da Osmanlı düşmanlığının nedeniydi; Beyaz Adam’ı köleleştirdiği için affedilmedi.
Osmanlı’ya Afrika’dan getirilen veya gönüllü gelen Afro-Abhaz kökenliler, Osmanlı’nın merhametinden o kadar memnun kaldı ki, biyolojik olarak Türk olmasalar da kendilerini Türk’ten daha Türk hissettiler. Bunlar Afro-Türklerdi. Bazıları ülkelerine döndü, kalanlar Ege ve Akdeniz’de tarıma yerleşti. Nüfusları 5.000-20.000 arası tahmin ediliyor. Anadolu Ajansı’na göre 2017’de Türkiye’deki Afrikalı göçmenlerden ayrılar.
Osmanlı döneminde Nijer, Suudi Arabistan, Libya, Kenya ve Sudan’dan getirilenler, genellikle Zanzibar üzerinden Dalaman, Manavgat, Çukurova, Menderes ve Gediz ovalarına yerleştirildi. Bazıları 1923 mübadelesinde Girit’ten geldi, İzmir’e yerleşti. Ayvalık’takiler atalarının Yunanca konuştuğunu söylüyor.
19.yüzyılda İzmir’in Sabırtaşı, Dolapkuyu gibi semtlerinde siyahi mahalleler vardı. Manisa’nın Yarhasanlar Mahallesi’nde yoğun siyahi nüfus yaşadı. Afrikalılara özgü ‘Dana Bayramı’ 1880’lerden 1920’lere kadar kutlandı. Üç hafta süren bayramda dana kurban edilirdi; günümüzde iki gün sürüyor, kurban kesilmiyor.
Yaşlı Afro-Türkler kendilerini “Arap” olarak tanımlar, gençler “Afrika kökenli” der. Sayıları 5.000-20.000 arası.
Tarihsel olarak, ataları Zenci (Zanji) olarak anılırdı; Güneydoğu Afrika’nın Zanj bölgesinden geliyordu. Bazıları Sudan, Libya, Tunus ve Cezayir’dendi.
Osmanlı’nın merhametinden memnun Afro-Türkler, ırkçılığa maruz kalmadan sinema, müzik, askerlik ve ticarette yer aldı. 1960’ların sanatçısı Zenciye Şirin, 1970’lerin ses sanatçısı Esmeray, 1980’lerin başpehlivanı Mustafa Yıldız gibi isimler buna örnek.
Cihan Harbi ve Milli Mücadele’de hayatlarını ortaya koyan Afro-Türkler, Ege şiveleriyle Anadolu’nun parçası oldu.
Özetle, Osmanlı ve İslam medeniyetleri, kölelere ve siyahi insanlara yaklaşımıyla Batı’dan ayrıldı; onları toplumun parçası haline getirdi.