Dünyanın pek çok yerinde hadiseler yaşanıyor. Ancak geleceğin dünyası adına stratejistlerin gözü uzun zamandır Uzak Doğu’da, bir başka deyişle Doğu Asya’da. İçinde birçok sorunlu bölge de barındırmasına rağmen bu bölgede son birkaç on yıldır yükselen ekonomik, teknolojik ve stratejik gelişmeler, dünyanın geleceğini, güçler dengesini belirleyecek nitelikte.
Belki Doğu Asya bize mesafe açısından bakıldığında çok uzak olduğu için Uzak Doğu diyoruz ama sizce bu coğrafya bize tarihsel olarak pek de uzak sayılmaz. Çünkü her halükarda Türk milletinin kodlarımızın oluştuğu coğrafyaya dâhil olması nedeniyle bu coğrafyanın mesafe olarak uzak olsa da tarihsel olarak bize uzak bir yer değildir.
Zaten bakıldığında tüm uzmanların, fütüristlerin merakla gözlerini diktiği gezegemizin bu ucunun kaderi asırlar, uzun çağlar boyunca Türklere bağlı olmuştur. Bu açıdan bakıldığında bu coğrafya, bize uzak ve yabancı olan bir coğrafya değildir.

Bu doğrultuda Uzakdoğu’daki Türklerin kökenleri kaynaklar ışığında ele alındığında hakikaten bu bölgenin patronunun aslında Türkler olduğunu, bundan dolayı Uzakdoğu’nun bize uzak değil, hatta bilakis yakın olduğunu anlamak mümkün olacaktır.
Evet, gezegenimizin doğu ucunun kaderine hükmeden Türkler olmuştur çünkü bozkırlardan zamanı belirli olmayan vur kaç taktikleri ile Çin sınırlarına ve savunma duvarlarına aralıksız saldıran Türk kavimleri hakikaten Çin’e kabuslar yaşatmıştır. M.Ö. 209’a gelindiğinde Hun İmparatoru Mete Han’ın onlu sisteme bağlı ilk silahlı milis gücünü oluşturmasıyla vur kaç taktiklerini kullanan Türk kavimleri bu düzenli gücün altında birleşmiş ve müthiş savaş yeteneklerini bu düzenli askerî gücün disiplin yapısıyla birleştirerek Çin’e yönelik şiddetli akınlar yapılarak Çin’in pek çok şehri zaptedilmiştir. İşte bu kuzey kaynaklı sonsuz Türk akınlarını ve özellikle Hun ordusu tarafından Çin’e yapılan arkası gelmez amansız akınları durdurmak için de kaleler, surlar birleştirilmek suretiyle inşa edilen ve inşasında yaklaşık bir milyon kişinin çalıştığı söylenen Çin Seddi’nin yapımı gerçekleşmiştir.

Dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilen bu seddin yapımına Çin kaynaklarına göre M.Ö. 7 veya 5. yüzyıllarda da başlanıldığı iddia edilir. Ama resmi olarak inşaya başlandığı dönem M.Ö. 300’lere denk gelir ve bu dönemde Çin’de imparatorluklar dönemi başlamıştır. Ama elbette ki bu seddin inşası da bir sonuç vermemiş ve geçilmez olarak tanımlanan Çin Seddi geçilerek Çin coğrafyasının önemli bir bölümüne Hunlar hâkim olmuştur.

Mete Han, Çin topraklarının tamamını istila etmenin Çin kültürü içinde eriyip yok olmakla sonuçlanacağı öngörüsü ile, Çinlilerden büyük vergiler alıp askeri baskı altında tutmayı çok uzun yıllarca siyasi bir strateji olarak uygulamıştır.

Çin’le yaptıkları mücadelelerle adeta Uzakdoğu’nun patronu olan Türklerin Uzakdoğu’daki köklerini farklı kategorilerde ele almak mümkündür:
1-ÇİN MONARŞİSİNE VE KORE’YE VURULAN TÜRK MÜHRÜ
Türkler o dönem Çin coğrafyasının üzerinde dolaşan bir kâbus gibidirler. Çocukların yaramazlık yapmamaları için “Türkler geliyor, seni Türklere veririm” telkinlerinin yapıldığı o dönem Çin toplumunda Türkler mitolojik efsane haline gelmişlerdir. Elbette ki Türkler Çin’de sadece mitolojik kaynaklarda değil, tarihi kaynaklarda da önemli bir yer tutmuştur ki Türklerin Uygur Devleti’ne kadar yerleşik hayata geçmeyip konar-göçer bir yaşam sürmelerinden dolayı Orhun Yazıtları haricinde Türk tarihiyle ilgili kaynaklar zaten genel olarak Çin tandanslıdır.
Orhun Yazıtları sayesinde Türk tarihiyle ilgili ilk yazılı kaynak var olana dek Türk tarihinin kayda geçirildiği nadir kaynaklardan olan Çin kaynaklarından da anlaşılacağı üzere Türkler, Çin’i oldukça bunaltmış ve Türk korkusuyla inşa ettiği seddin içine hapsolup kalan Çin, buna rağmen Türklerin nizam vermesinden kurtulamayacak ve Türkler, akınlarıyla bunaltıp ablukaya aldıkları Çin’in iktidar kavgalarına da müdahale etmeye başlayacaklardı. Öyle ki, Çin tarihinin en parlak dönemlerinden biri olan T’ang (618-907) ve Yuan (1271-1368) Hanedanlıkları döneminde Çin, gerek siyasi, gerek askeri, gerekse kültürel bakımdan dünyanın süper gücü haline gelmişken bunu elbette ki Türklere borçluydu. Çünkü T’ang ve Yuan Hanedanlıklarının Çin’de hükümran olmalarında Türklerin rolü asla küçümsenemeyecek kadar büyük olmuştur. Çin tarih kitapları ve tarih araştırmaları bunu net bir şekilde göstermektedir. Zaten baktığımızda Tang/T’ang Hanedanlığı, Göktürklerin büyük desteği ile kurulan bir devlet idi. Öyle ki, bu hanedanın başındaki Li Yuan, tahtını yardım aldığı Türklere borçluydu.
Sui Hanedanlığı’nın son dönemlerinde, hanedanlığa bağlı çeşitli bölgelerde ayaklanmalar meydana geldiği zaman, Tai Yuan vilayetinin valisi Li Yuan, kendi adamlarından Liu Wenjing’i Doğu Türk devletinin kağanı İşbara’ya gönderip, Sui Hanedanlığı’na karşı birlikte saldırmayı teklif etmişti (Baytur & Sıdık, Pekin 1999, s. 326-327).
Li Yuan, Sui Hanedan ailesinden olup, onun asıl niyeti Sui Hanedanlığı’nı yıkmak değil, kendi istediği adamı tahta geçirmekti. Ancak İşbara Kağan, Li Yuan’ın kendisinin tahta geçmesi şartıyla yardım edeceğini bildirdi (Xia-fu, 1997, s. 40).
Anlaşma gereği, Sui Hanedanlığı’ndan alınan topraklar Li Yuan’a ait olacak; ancak para, kıymetli eşya ve kızlar İşbara Kağan’a verilecekti. Li Yuan “Kağana baş koyup saygı gösterme ve bağlılık kuralını bozmama” konusunda İşbara Kağan’a söz verdi. Li Yuan Sui Hanedanlığı’na karşı 30 bin kişilik ordusuyla ayaklandığı zaman, İşbara Kağan ona yardım ve destek için 500 süvari ve 2000 at gönderdi (Baytur & Sıdık, Pekin 1999, s. 326-327).
Sonuçta, ayaklanması başarılı olan, Li Yuan M. S. 617’de kendisini kağan ilan ederek Tang/T’ang Hanedanlığı’nı kurmuş ve Chang-an şehrini başkent yapmıştı. Li Yuan (Tang Gao-zu) tahta oturduğu dönemde Göktürklere karşı saygıda kusur etmemiş, hatta İşbara Kağan’ın elçisini kendi tahtına oturtmuştu (Xia-fu, 1997, s. 42).
Sui modeline dayalı başarılı bir yönetim ve idare biçimi geliştiren ve altın çağa denk gelen kültürel ve sanatsal bir gelişmeyi teşvik eden Tang/T’ang Hanedanlığı, bu sayede 8. yüzyılın başlarında cihan için bir dünya modeli haline geldi. Hanedanın lideri olan çiçeği burnunda Çin imparatoru Li Yuan, görev süresi boyunca birçok karmaşık askeri harekâtı yönetti ve Tang Devleti’nin temel kurumlarını oluşturdu. Son derece yetkin bir bürokrasi kurma konusunda ilk Sui imparatorunu taklit etti ve aynı yerel yönetim modelini benimsedi.
Doğu Göktürk Kağanı İşbara’nın yardımları sayesinde imparator olan Li Yuan’ın hüküm sürdüğü ve Tang/T’ang Hanedanlığı’nın ilk yıllarına denk gelen süreçte Çin’deki bazı idari ve askeri unvanlar Göktürk kağanlarının onayını aldıktan sonra verilebilir hale gelmişti.

757 ve 762’de Tang/T’ang Hanedanlığı’nın 330 bin kisilik ordusuna kumandanlık eden An Lu-shan ve Shi Si-ming adlı komutanlar Türk asıllıydı. Bu komutanlar çeşitli nedenlerle 757’de ve 762’de Tang/T’ang Hanedanlığı’na karşı isyan ettiklerinde, Çinlilerin yardımına yine Uygur Türkleri koşmuş ve isyanı bastırarak Tang/T’ang Hanedanlığı’nı korumuşlardı.
O dönemde Tang/T’ang Hanedanlığı’nın değişik bölgelerine yerleştirilen Uygur Türklerinin sayısı da yüz binleri bulmuştu. Binlerce Uygur Türk ailesi, başkent Chang-an’a yerleşmişti. Sui ve Tang hanedanları dönemindeki pek çok siyasi ve askeri faaliyetlerde Türklerin ve Çinlileşmiş Türklerin etkisi büyüktü. Dolayısıyla Tang/T’ang Hanedanlığı’nın hükümdar sülalesinin nesebi de Türklerle karışmıştı. Hanedanlık yönetiminde görev alan 369 vezirin 36’sı Türk asıllıydı. Zira Tang/T’ang iktidarı büyük ölçüde yabancıların kuvvetine dayanıyordu (Xiao-tong, 2003, s. 174-175.).
Türklerin Tang/T’ang Hanedanlığı döneminde, Çinliler üzerindeki kültürel etkileri ise şaşırtıcı boyutlardaydı. Sinolog Edward Schafer’e göre, Türk kıyafetleri, Türk yemekleri ve Türk müziği Tang/T’ang Hanedanlığı toplumunda bir tutku hâline gelmişti. Özellikle Shen-yang ve Luo-yang Türk modasının en yaygın olduğu şehirler arasındaydı. Toplumda Türk kıyafetleri taklit ediliyordu. Erkekler ve kadınlar sefere çıktıkları zaman, özellikle ata bindikleri zaman “Türk kalpağı” giyerlerdi. M. S. 7. yüzyılın ilk yarısında soylu hanımlar başörtüsü olan ceketleri seviyorlardı. Şapkası ve peçesi birlikte bulunan bu tür kıyafete o dönemde “mu-li” denirdi. Gerçekte bu, güneş ışığı ve yağmurdan koruyan şapkaya benzer bir kıyafet olup, yüz ve vücudun büyük bir kısmını örterdi. Bu, kibirli hanımların hem kimliğini saklamalarını sağlar hem de onları kaba insanların meraklı nazarından korurdu. M. S. 8. yüzyılın ilk yarısında, kadınlar başlarına Türk kalpağı giyer, hatta güzel makyajlı yüzlerini ortaya çıkarıyorlardı. Çin’deki erkekler ata binerken Türk erkekleri gibi kıyafet ve çizmeleri giyerek, sokaklarda kamçı çalıp at koşturuyorlardı. M. S. 8. yüzyılda saray hanımları arasında “Uygur saç modeli” yaygınlaşmıştı. Türk yaşam tarzını takip etme uğruna bazı soylular pek de rahat olmayan çadır hayatına katlanıyor, hatta şehir içine bile çadır kuruyorlardı. Sair Bai Ju-yi, kendi avlusuna iki gök çadırı kurdurmuştu. Misafirlerini çadırda ağırlar, onlara çadırın yararlarını anlatırdı.
Şehirdeki çadırlarda ikamet edenlerin içerisinde en ünlülerden biri, Yüce İmparator Tang Tai-zong’un oglu Li Cheng-qian idi. Veliaht Cheng-qian gündelik yaşamın her alanında Türkleri taklit etmeye çalışırdı. O, sadece Türkçe konuşurdu Çince konuşmazdı. Üstelik sarayına resmi işlerin de yürütüldüğü gerçek bir gök çadırı kurdurmuştu. Kendisi de gerçek Türk kağanı gibi giyinir, çadırın önündeki kurt başlı bayrağın altında oturur, haşlanmış kuzu etlerini bıçağıyla sıyırarak yerdi. Ona hizmet eden köleler de Türk elbisesi giyerlerdi. O dönemde, Tang/T’ang Hanedanlığı’nın tebaası dışarıdan gelen yiyecekler arasında, en yaygın olarak değişik biçimlerdeki küçük “Türk Börekleri”ne düşkün idi. Bunların içerisinde susamlı “zheng-bing”(aralarına yağ sürülerek yapılan bir tür katlama börek) ile “jian-bing” Çinlilerin beğenisini kazanmıştı. O dönemde Türkçe konuşmak da popüler olmustu. Tang/T’ang Hanedanlığı mensuplarından bazı kişiler Türkçe konuşuyorlardı, hatta o dönemde aydınlar arasında kullanılan “Türkçe-Çince Sözlük” bulunuyordu. Ayrıca Tang/T’ang Hanedanlığı’na ait bazı şiirlerde, Türk şarkılarının Tang şiiri üzerindeki etkileri de görülüyordu. Tang/T’ang Hanedanlığı dönemindeki bu Türk modasından rahatsız olan bazı kişiler de vardı. Tang/T’ang Hanedanlığı fermanla Çinlilerin Türk taklitçiligini yasaklamaya çalıştıysa da bir faydası olmamıştır (Schafer, 2005, s.55-57.).
Tang/T’ang Hanedanlığı döneminde Türklerin Çin kültürünü etkileyen örf ve âdetlerinden biri kartal ve şahinle avlanma idi. Tang/T’ang Hanedanlığı imparatorlarından Tang Tai-zong ve Tang Xuanzong kartalla avlanmaktan büyük zevk alıyorlardı (Schafer, 2005, s. 133.).
Üzüm ve üzüm şarabı da Tang/T’ang Hanedanlığı döneminde Çinlilere intikal etmiş en önemli Türk ürünü idi. O dönemde Romalılar, Araplar ve Batı bölgesindeki (Türkistan’daki) Uygurlar, üzüm yetiştirme ve üzüm şarabı yapma konusunda usta idiler. Tang/T’ang Hanedanlığı Türkistan’ı (Çinlilere göre Batı bölgesi) istila ettikten sonra, Koçu devleti Tang/T’ang sarayına üzüm ve üzümden üretilmiş çesitli ürünleri göndermeye başlamıştı. Şarap üretiminde kullanılan üzüm türü de bu dönemde Tang/T’ang Hanedanlığı’na getirtilmişti. Bu üzüm, ünlü “Ma nai-zi” (at sütü) adı verilen üzümdür. Bu üzüm türü, M. S. 647 yılında, Türk yabgusu tarafından Tang/T’ang imparatoruna hediye edilmişti. Tang/T’ang Hanedanlığı’na Türkistan’dan sadece üzüm ve üzüm şarabı gelmemiş, aynı zamanda şarap üretim teknikleri de gelmiştir (Schafer, 2005, s.193-194.).
Tang/T’ang Hanedanlığı döneminde, Türklerin Çinlilere öğrettikleri en önemli ekonomik sektörlerden biri pamukçuluktu. Doğu Türkistan’da M. S. 6. yüzyılda pamuk üretiliyordu. Koçu’da (Bugünkü Turfan Bölgesi) üretilen pamuk Tang/T’ang Hanedanlığı’nda ünlüydü. Koçulular pamuk eker, pamuktan ip yapar, kumaş dokur ve bunları Tang/T’ang Hanedanlığı’na götürüp satarlardı. Koçu’nun istila edilmesiyle, pamuk üretimi Tang/T’ang Hanedanlığı’nda da başlamıştır (Schafer, 2005, s.264.).
M.S. 7. yüzyılın ortalarında, Tohri prensi Tang/T’ang Hanedanlığı sarayına iki adet özel “ma-nao kandil ağacı” hediye etmişti. “Ateş ağacı” da denen bu yapma ağaç, Tang/T’ang Hanedanlığı’nda en coşkuyla kutlanan yeni yıl bayramında kullanılıyordu. Üç gün süren bayramda her aile süslü kandiller asardı. Bu âdet, Batı bölgesinde eskiden beri kutlanan yeni yıl bayramından gelmişti. Koçu’daki Tang/T’ang dönemine ait resimlerde de bu manzara görülmektedir. M. S. 6. yüzyılda bu tür kutlama âdeti Çin’e ulaşmış, bayramın tarihi de yeni yıldan ayın on beşine, yani ayın dolduğu geceye alınmıştır. Ortaçağ’da, Çin’de altın sikke yoktu. M.S. 6. yüzyılda, Tang/T’ang Hanedanlığı’nda Türkistan bölgesinin, özellikle Kuça’nın altın ve gümüş sikkeleri rağbet görüyordu. M. S. 7. ve 8. yüzyılda, Türkistan’daki devletlerde bu tür altın ve gümüş sikkeler kullanılıyordu. İnsanların ellerinde Roma, Fars ve Bizans sikkeleri bulunuyordu (Schafer, 2005, s.317.).
Koçu’da bulunan bir erkek cesedin ağzında bulunan ve bir yüzünde Zerdüştlük inancının baş tanrısı Ahura Mazda’nın, diğer yüzünde ise Emevî soyundan gelen İslâm Hâlifesi Muaviye bin Ebu Süfyan’ın adının bulunduğu gümüş sikke de bunu teyit etmektedir.
Elbette ki o zamanlar diğer milletlerce ve devletlerce kullanılan bu sikkeler de haliyle Çinlilere oldukça ilginç geliyordu.
Tang/T’ang Hanedanlığı döneminde, Türkistan’da müzik çok gelişmişti. Tang/T’ang Hanedanlığı sarayında Türkistan’dan davet edilen çok sayıda müzik ustası bulunuyordu. Dolayısıyla, o dönemde müzikte kullanılan nota sistemi de Çin’e Türkistan’dan girmişti (Schafer, 2005, s.344.).
Yabancı müzisyenler, yani müzik icracıları, şarkıcılar, dansözler ve bunların getirdikleri çalgı aletlerinin Çin müziği üzerindeki etkisi çok büyük olmustur. Çin’de Türkistan bölgesinin müziğine olan rağbet Sui hanedanlığı döneminde en üst seviyeye ulaşmış ve bu eğilim Tang/T’ang Hanedanlığı dönemine kadar devam etmişti (Schafer, 2005, s.82.).
Tang/T’ang Hanedanlığı döneminde, Çin müziğini derinden etkileyen müzik Kuça müziği idi. Özellikle Kuça müziği içerisindeki “Tef Dansı Melodisi” çok seviliyordu. Kuça çalgı aletleri de Çinlilerce çok sevilmişti. Kuça müziğinde en önemli çalgı aletlerinden biri, “dört telli pipa” idi. Tang/T’ang Hanedanlığı dönemi pop müziğindeki 28 oktav, “dört telli pipa”nın icra tekniği ve melodisi temelinde kurulmuştu. “Bili” ve “düz ney” Kuça müziğinde önemli yere sahipti. Dolayısıyla bu iki çalgı aleti de Tang/T’ang Hanedanlığı döneminde çok yaygındı. Ancak Kuça müziğinde, Çinlilerin en çok sevdigi gövdesi küçük, boyalı “keş davulı” (ülke adı anlamına gelir) idi. Tang/T’ang Hanedanlığı döneminde Kuça müziği ile Çin müziğinin sentezinden ortaya çıkmış olan “Xi-liang Müziği”, 8. ve 9. yüzyıl şairleri tarafından çok övülmüştür. Tang/T’ang Hanedanlığı döneminde kuzeylilerin müziği askeri müzik ile sınırlıydı. Boru, kös ve zil gibi çalgı aletleriyle icra edilen bu müzik insanı coşturduğu için saraydaki törenler ve zafer kutlamaları için uygundu (Schafer, 2005, s.84).
Tang döneminde bazı müzikler Japonya’ya kadar ulaşmıştı. Bunların içerisinde, en ilginç olanı “Su-muz” oyunudur (Bu terim Çince’de “Po-Hu-Qi-Han-Xi” (Türklerin su saçıp kış dileme oyunu) olarak geçmektedir. Oyunun içeriği “Su-muz” oyunu ile aynı olduğu için bu terimi “su-muz” olarak aktarılmıştır.).
Bu kışın gelmesiyle icra edilen bir dans çeşididir. Bu dans, bir grup çıplak Türk ve Çinli genç tarafından icra edilirdi. Onlar yüzlerine maske takarak davul, pipa, kong-hou gibi çalgı aletlerinin eşliğinde zıplayarak dans ederler, birbirlerine soğuk su serperler, hatta yoldan geçenlere de su saçarlardı. Bu oyun, kaba görüldüğünden, M. S. 714 yılından itibaren Tang Xuan-zong tarafından fermanla yasaklanmıştır. Tang/T’ang Hanedanlığı döneminde, sihirbazlık, ip cambazlığı, ateş yutma ve cüce oyunu gibi çeşitli oyunları oynayanlara “san-yue” (rakkas) denirdi. Türkistan ve Hindistan’dan gelen pek çok rakkas, Tang/T’ang Hanedanlığı’nın çeşitli bölgelerindeki şehirlerde bulunuyordu. Liang-zhou ve Luo-yang gibi yerlerdeki Mani tapınaklarında belirli günlerde sihirbazlık gösterisi yapılıyordu. Çin’de deri ve kâğıttan yapılan gölge oyunları varsa da, iple kukla oynatma tekniği M. S. 7. yüzyılda Türkistan’dan gelmiştir (Schafer, 2005, s. 86).
Çinlilerin bugün de çok rağbet gösterdiği yeşim taşı Doğu Türkistan’ın Hoten bölgesinden temin edilmiştir. M. S. 8. yüzyılda, Tang imparatoru bir elçiyi Hoten’e gönderip yeşim taşından yapılmış çeşitli ürünler getirtmiştir (Schafer, 2005, s.291.).
Bilindiği gibi, İpek Yolu’ndan önce Doğu Türkistan ile Çin arasında “Yeşim Taşı Yolu” vardı. Hoten bölgesindeki Yorungkas Deryasından (Yorung < Ürüng “ak, beyaz”. Kas “süs taşı”) çıkan yeşim taşı Doğu ve Batı bölgelerine götürülüp satılıyordu. Bu taşın Çinliler için çok özel anlamı bulunmaktaydı (İnayet, Cilt: VIII, Sayı 1, Sayfa: 141-147, İZMİR 2008.).
Elbette ki Türklerin Çin veraseti üzerindeki etkisi T’ang Hanedanlığı ile sınırlı kalmamış, 13. ve 14. yüzyıllarda da Türkler Uzakdoğu’nun siyasi ve kültür hayatında çok büyük etkiler bırakmıştır.
Bunun için, sadece Türklerin Çin’de Moğolların kurdukları Yuan Hanedanlığı yönetiminde üstlendikleri görevlere ve kültür yaşamındaki faaliyetlere bakmak yeterlidir.Yuan Hanedanlığı döneminde Kubilay Han’ın baş veziri olan Lien Şi-şen, maliye bakanı olan Ahmet ve Sanga/Senge; din ve eğitimden sorumlu bakan Argun Salı, denizci İletmiş ve Ukmış, hekimlerden Yuçurıç, Sadımış, Nezer; diyetsiyen Koskuy; Nesturi misyoneri ve elçi Rabban Sauma ve Markos, edebiyatçılardan Guan Yun-şı, Seydullah, Şue Ang-fu, Ma Zu-çang; tercümanlardan Arasang, Pracnaşırı ve Karunadas Uygur Türklerinden idi (Osman, Urumçi 2002, s. 110-162.).
Bunlar Yuan Hanedanlığı döneminde Çin’de siyasi, ekonomi, askeri ve kültürel alanda çok önemli rol oynamakla beraber Çin’deki imar faaliyetlerinde de çok etkili olmuştur. Bugün Çinlilerce “Beijing” batılılarca “Pekin” olarak bilinen şehrin mimarları arasında Uygur Türkleri de bulunuyordu. Dolaysıyla Pekin’e Türkçe “Hanbalık” da denilmişti. Koro krallığı 1270 yılında Yuan Hanedanlığı’nın hakimiyeti altına girince, Moğollarla birlikte Kore’ye çok sayıda Müslüman Türk gelmişti. Yuan Hanedanlığı’na tâbi Koryo Krallığı’nda çok önemli görevleri üstlenmiş olan Türkler, özellikle bürokrasi alanında üstün başarılar göstermişti. O dönemde Koryo sarayında görevli Uygur Samga bunlardan biriydi (İnayet, Cilt: VIII, Sayı 1, Sayfa: 141-147, İZMİR 2008.).
Samga hakkında, 1988’de Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları tarafından yayımlanan ve Koreli bilim insanı Hee Soo-lee’nin “İslam ve Türk Kültürünün Uzak Doğu’ya Yayılması.” adıyla kaleme aldığı kitabın “Müslüman (Hui-hui) Samga’nın Menşei ve Kore’deki Türk Toplumu” başlıklı bölümünde önemli bilgiler bulunmaktadır.
Dr. Hee Soo-lee’nin naklettiği bilgilere göre, Samga Koryo sarayında Chang Sun-ryong adıyla bilinmekteydi. Ona bu adı, Koryo kralı Ch’ung-yol vermişti. O bir Hui-hui (Müslüman) kökenliydi. Onun esas ismi Samga (bazen Senge, Sanga) olup, babası Kyong (Çince: Ch’ing) Kubilay Han (Shih-tsu)’ın katipliğini yapmıştı. Samga prenses Chekuk’un mabeyincisi olarak Koryo’ya gelmişti, mevkii hızla yükselerek Nang-chang unvanı, Chang-kun (General), Son-mu general, bölge komutanı, Doğu Fetih Bürosu başkomutanı, Bu-chi-mil-chik gibi görevleri üstlendi. 44 yaşında, yani 1298 yılında chom-ıi-ch’om-ri mevkiinde iken öldü. Samga’nın, yani Chang Sun-ryong’un kurduğu Dok-su Chang ailesinin şeceresi de bu bilgileri doğrulamaktadır. Şecereye göre, o 44 yaşında vefat ettiğinde, Yang, Ye ve Son adlı üç oğlu vardı. Bu bilgilerden anlaşıldığına göre, Samga Koryo sarayında üst düzey görevler almış bir Uygur Türküydü. Koreli bir kadınla evlenmiş ve Kore toplumuyla kaynaşmıştır. Onun 25 kuşaktan torunları bugün Kore’nin orta bölgelerinde kalabalık bir cemaat hâlinde yaşamakta ve Dok-so Chang ailesi olarak bilinmektedir. Bu ailenin şeceresinde, Chang Sun-ryong’dan itibaren 25 nesil boyunca süregelen aile tarihi ayrıntılı biçimde muhafaza edilmiştir. Bu 25 neslin soy ağacı şöyledir:
1.Kurucusu: Sun-ryong, 2. Yang, 3. U-bin, 4. An-chi, 6. Maeng-hyong, 7. Hi-an, 8. İk, 9. Se-gol, 10. İn-pil, 11. Ki, 12. Sung-in, 13. Hong-chom, 14. Yop, 15. Hu-ch’ang, 16. Song-mun, 17. Chun, 18. Hyon-kın, 20. Hun, 21. Se-ch’on, 22. Ii-chin, 23. Sun-hi, 24. Hak-su, 25. Kyong-ki
Ailenin Dok-su ailesi olarak bilinmesindeki sebep, Dok-su kasabasının kral Ch’ung-yol tarafından Chang Sun-ryong’a tımar olarak verilmesidir. Bu kasaba daha sonra P’ung-dok kasabası olarak değiştirilmiş, Dok-su Chang ailesi de P’ung-dok Chang olarak anılmıştır. Kore’nin eski ve seçkin ailelerinden biri olan Dok-su Chang ailesi, Koryo ve Choson Hanedanları boyunca bakan, âlim, general, filozof ve şair gibi çok sayıda büyük adamlar yetiştirmiştir. Şimdi 12 kola ayrılarak büyük bir cemaat hâline gelen bu aile, Kore’nin daha ziyade orta eyaletlerinde oturmakla beraber, ülkenin dört tarafında dağınık şekilde yerleşmişlerdir. Başlıca yerleşim merkezleri de şunlardır: P’yong-taek, Chin-ıi, Pung-dok, Ham-ch’ong, Kua-Ch’on, A-san, Mun-kyong, Ye-san, Yong-İn, İn-ch’on kasabaları. Bu aile 15. yüzyılda Choson hanedanlığı döneminde uygulanan asimilasyon politikası sonucunda kendi kimliğini kaybetmiştir. Şimdi Türk izlerini taşımayan bu aile kendi atalarının Arap olduğuna inanarak yaşamaktadır (Hee-Soo Lee, Ankara 1988, s.136, 145).
Yuan Hanedanlığı döneminde, Moğolların Kore ile olan diplomatik ilişkilerini yürüten Şie Sun (偰 遜 : Xie Sun), Şie Çang-şou (偰長壽 : Xie Chang-shou) ve Şie Si (偰斯 : Xie Si ) adındaki Türklerden de bahsetmek gerekir. Çin kaynaklarına göre bu zatlar Göktürk devletinin veziri Tonyukuk’un soyundan gelmektedirler. Uygur bilim adamı Geyretcan Osman’ın araştırmasına göre, Göktürk devleti yıkıldıktan sonra, Tonyukuk ve onun sülalesi Uygur devletinde de önemli görevler üstlenmiştir (Osman, Urumçi 2002, s.168.).
M. S. 840 yılında Uygur devleti yıkıldıktan sonra, Tonyukuk’un torunları Uygurlarla birlikte batıya göç etmişler ve Turfan’da kurulan İdikut Uygur devletinde de vezirlik görevine devam etmişlerdir. Yuan Hanedanlığı döneminde yaşayan yazar Ou Yang-xuan, “Xie soylular Uygurlardan olup, onların ataları Tonyukuk’tur” demektedir (Osman, Urumçi 2002, s. 172.)
Onun “Koçulu Xie (Şie) Soyluların Biyografisi” adlı kitabına göre, Tonyukuk’un torunları Uygurların vezirleri olmuşlardır (Osman, Urumçi 2002, s. 169).
Yine Yuan Hanedanlığı dönemi yazarlarından Huang Jin “Wei Vilayetindeki Hanım Uygur Soyluların Mezar Taşı” (黃縉 : 魏郡夫人偉吾氏墓志銘) adlı eserinde, “Xie (Şie) soylular aslında Türklerin aristokrasisinden olup, T’ang Hanedanlığı’ndan itibaren Uygurların başveziri olagelmişlerdir. Onların ataları Tonyukuk’tur” diye belirtmiştir (Osman, Urumçi 2002, s. 172.).
Tarih kaynaklarında, Tonyukuk’un torunlarından Keçipur adında bir zatın 13. yüzyılda İdikut devletinin veziri olduğu belirtilmektedir (Osman, Urumçi 2002, s. 170.).
Buradan anlaşıldığına göre, Tonyukuk’un torunları bu görevi Yuan Hanedanlığı dönemine kadar kesintisiz sürdürmüşlerdir.
Yuan Hanedanlığı döneminde, İdikut Uygur devletine mensup pek çok siyasetçi, ekonomist, diplomat, tercüman ve teknisyenin Hanbalık’ta (Bugünkü Pekin) görevlendirildiğini yukarıda dile getirmiştik. Tonyukuk’un torunları da Hanbalık’ta görev alanlar arasında bulunmaktadır. Ancak Tonyukuk’un torunları, Hanbalık’ta; Çin kültürünün etkisiyle Çince soyad kullanmaya başlamışlar (İnayet, Cilt: VIII, Sayı 1, Sayfa: 141-147, İZMİR 2008.).
Bunlar kendilerine “Xie” (Şie) kelimesini soyad olarak seçmişlerdir. “Xie” (Şie) ise “Selenga nehri”nin Çince transkripsiyonu olan “Xie-lien-jie-he” ( 偰輦杰河) isminin ilk hecesidir. Tonyukuk’un torunları Çince “Xie” (Şie) soyadını aldıktan sonra, onlara “Xie soylular” ya da “Selengalılar” denmiştir (Osman, Urumçi 2002, s.170, 171).
Daha önce bahsettiğimiz Samga/ Senge adının da “Selenge” den gelmiş olması mümkündür. Tonyukuk’un torunlarının 13. yüzyılda bile Türklüğün kutsal mekânlarından biri olan Selenga’yı soyad olarak kullanmaları, onların vatan sevgisini, vatana bağlılığını ve Türklük şuurunun ne denli yüksek olduğunu göstermektedir (İnayet, Cilt: VIII, Sayı 1, Sayfa: 141-147, İZMİR 2008.).
Xie soyluların bir kısmı Yuan Hanedanlığı döneminde Kore’ye gitmiş ve Kore’de önemli görevler üstlenmişlerdir. Bunlardan Xie Ji-du’nun oğlu Xie Sun 1359 yılında çocuklarıyla birlikte Kore’ye gidip Song-jing (松京) şehrine yerleşmiş, Ağustos 1360 yılında ona “Koço beyi” unvanı verilmiş. Daha sonra “Fu-yuan beyi” namı da verilerek Kore’de önemli imtiyazlara sahip olmuştur. O, Kasım 1360 yılında 42 yaşında vefat ettiği zaman geride Chang-shou, Yan-shou, Fu-shou, Qing-shou ve Qian-shou adında beş oğlu ve üç kızı kalmıştı (Osman, Urumçi 2002, s.176).
Xie Sun’un büyük oğlu Xie Chang-shou (1341-1399), Kore’de Xin-yu (Şinyu) kral iken vezirlik yapmıştır (Osman, Urumçi 2002, s.178).
1388 yılında, Kore generali Li Qing-gui askeri darbe yaparak kralı devirdiği zaman, Xie Chang-shou kralın veliahtları arasında arabuluculuk yapmış, bu olaydan sonra, o daha önemli işlerden sorumlu vezir olarak görev almıştır (Osman, Urumçi 2002, s.179).
Xie Chang-shou 1370, 1387, 1388, 1391, 1396, 1398 yıllarında Kore krallığı tarafından Çin’e elçi olarak gönderilmiştir (Osman, Urumçi 2002, s.180, 181).
1394 yılında ayrıca Tercümanlar Dairesi’nin başkanı olan Xie Chang-shou 1399 yılında 59 yaşındayken vefat etmiştir. Xie sülalesinden Xie Si de önemli bir devlet adamı idi. O, Yuan Hanedanlığı sona erdikten sonra Ming Hanedanlığı yönetimini kabul etmiş, 1368 ve 1369 yıllarında, Ming Hanedanlığı tarafından Kore’ye elçi olarak gönderilmiştir (Osman, Urumçi 2002, s.183).
Kore’ye giden Türkler, sadece Kore’nin siyasi yaşamına değil, edebiyat ve kültür yaşamına da renk katmış, Kore kültürünün zenginleşmesine vesile olmuşlardır. Xie Sun ve onun oğlu Xie Chang-shou önemli devlet adamı olmanın yanı sıra, Kore edebiyat tarihinde çok önemli yeri olan şairlerdendi. Xie Sun’un Çin’de ve Kore’de yazdığı 700’den fazla şiiri bulunmuştur. Bu şiirler Kore’de toplanıp “Yeni Zikir-name Hatıraları” (近思齋逸稿) adıyla basılmıştır. Bu şiirler, sonraki çeşitli şiir antolojilerinde yer almıştır (Osman, Urumçi 2002, s.177).
Xie Chang-shou da aynı zamanda bir şairdir. “Qi Şiirleri” (萁雅), “Qingqiu Manzaralarıyla İlgili Şiirler” (青丘風雅) adlı şiir antolojilerinde, ona ait 10 bentlik şiir bulunmuştur. “Söğüt Dalları”, “Bahar İntibaları”, “Olaylar”, “Balıkçı Dede”, “Bahar Endişeleri” başlıklı şiirler ona aittir (Osman, Urumçi 2002, s.180).
Çinilerce Hu-yue denilen Orta Asya müziği, Kore’de Ho-ak olarak bilinmekteydi. Orta Asya müziğinin Kore’ye girmesiyle Kore müziği de bu müzik ve müzik aletlerinden etkilenmişti. Ho-mu denilen Orta Asya dansı ve Ho-ka denilen Orta Asya şarkısı Korelilerce icra ediliyordu. 14. yüzyılda, Ho-chok denilen Orta Asya çalgısı Kore’de de çalınmaktaydı (Hee-Soo Lee, Ankara 1988, s.173).
Bunların dışında, Orta Asya’da üretilen kavun, karpuz, üzüm ve pamuk gibi zirai ürünler de Türklerin etkisiyle Kore’de yetiştirilmeye başlamıştır. Hatta ham kristalden yapılan gözlük de Orta Asya’dan gelen Türklerden öğrenilmiş. Kristal gözlük 14. yüzyılda önce Çin’de kullanılmaya başlamış ve sonra da Kore’de yapılmaya başlamıştır. Bunların dışında şehriye ve hamur tatlısı gibi tatlı türleri de Türklerle birlikte Kore’ye girmiştir (Hee-Soo Lee, Ankara 1988, s.174).
13. yüzyılın ikinci yarısından 14. yüzyılın ortalarına kadar, Kore’de Uygur yazısı ve Uygur dilinin kullanımı çok yaygınlaşmış ve gayr-i resmi bir saray dili hâline gelmiştir (Hee-Soo Lee, Ankara 1988, s.175).
15. yüzyılda bile, Uygurca Kore’de çok önemli bir yabancı dil konumundaydı. Kore’de yaşayan Uygurlar bu avantajından faydalanarak öğretim üyesi ve tercüman olarak çalışıyorlardı (Hee-Soo Lee, Ankara 1988, s.176).
Ayrıca Kore Harbi (1950-1953)’nden sonra Türk askerlerinin ve ordu imamlarının sayesinde Kore’de yapılan İslâmî faaliyetlerin İslam tohumlarını uygun şart ve olgunluğa ulaştırarak filizlendirdiği ve böylelikle Kore’de İslâm’ın gelişimine katkı sunduğu hakikati de bu bağlamda önemlidir. Abdulgafur Hoca ve ona destek olan Mehmetçiğin çabaları 1955’te 57 kişinin ihtidası ile meyvelerini verir ve ilk Koreli Müslüman topluluğu oluşur.
Bu münasebetle Kore Harbi ve Kore-Çin-Türk üçgeninden fazlasıyla bahsetmişken Çin ordusuyla Türk ordusunun Kore Harbi vesilesiyle tekrar sıcak muharebe pozisyonunda olduklarını da belirtmiş olalım.
Bu bağlamda Kunu-ri Muharebesi Türk harp tarihine Hun ve Göktürk dönemlerindeki mücadeleler ve Karluk Türkleriyle Çinlilerin vuruştuğu Talas Savaşı’ndan sonra Çin ordusuyla Türk ordusunun çatıştığı son muharebe olarak geçmesi bakımından önem arz etmektedir.

Kore Savaşı’nda Türk Tugayı’nın Çin Halk Kurtuluş Ordusu birliklerine karşı direndiği muharebe olan Kunuri, stratejik açıdan bakıldığında Türk’ün zaferiyle sonuçlansa da taktiksel olarak Çin’in kazandığı bir savaş olmuş ve Türk Tugayı başarılı bir şekilde fazla zayiat vermeden geri çekilmiş, Türk birliğinin direnişi sayesinde Birleşmiş Milletler Kuvvetleri’nin çevrilmesi ve cephenin çökmesini engellenmiştir.
Ama elbette ki tarihsel olarak Türk-Çin savaşlarını incelersek en son yaşanan Kunuri Savaşı, diğerlerinin yanında sadece küçük bir manevra gibi kalacaktır ki Çin sarayını 40 çerisiyle basan Kürşad’ın tarihsel olarak uyandırdığı yankı, Kunuri’yi geride bırakmak için yeterlidir.
Bütün bunların yanı sıra Türklerin Kore ve Çin dışında Uzakdoğu’da Japonya ile de eski çağlarda temasları olmuştur.
Japonların, Türkler ile ortak ataya sahip olan ve MÖ. 10.000 civarında Bering Boğazı’n geçerek Amerika kıtasına giden Orta Asya’nın yerlileriyle çok önceleri tanıştığına dair iddialar bulunmaktadır. Kendini Türk olarak tanımlayan ve Türkçe konuşan insanlar ise ordusunda Türklerin bulunduğu Cengiz Han torunu Kubilay Han vasıtasıyla 13. yüzyılda Japonya’ya karşı savaşmıştır.

Ancak Moğolların Japonya siyasetinden vazgeçerek Çin’e yönelmesiyle Japonya’daki Türk varlığının sağlam temellere oturması da İkinci Abdülhamid’in Osmanlı tahtına geçtiği 19. yüzyıla kadar ertelenmiştir.
Daha sonra Kaşgarlı Mahmud’un Divânu Lügati’t-Türk eserindeki dünya haritasında Japon adalarının belirtilmesi, iki kültürün birbirini bildiği izlenimini doğurmaktadır. Mahmud divanında: “Çaparka, (Japonların) ülkelerinin uzak olması, araya büyük denizlerin girmiş bulunması yüzünden dilleri bizce bilinemiyor” demiştir.
Katip Çelebi de Cihannümâ adlı eserinde Japonya’dan bahsetmektedir. Haritalarda “Yaponya” olarak göstermiş, ülkenin idari yapısı, dinî dili, ticareti, sanatı, ahlâkı, geleneği, göreneği hakkında bilgi vermiştir.
Şemseddin Sami Kamus-ul Alâm adlı eserinde: “Çaponya yahud Çapon (Japon): Asya kıtasının münteha-yı şarkında ve Çin’in sevahil-i şarkiyyesi karşısında bir devlet olup, birkaç büyük ve birçok küçük adadan mürekkeptir” der (Şahin, Ankara, 2001, s.1-7)
Sonuç itibariyle, tarihsel olarak bakarsak Çin, Japonya ve Kore gibi Uzakdoğu ülkelerindeki siyasi ve kültürel oluşumda ve bu alanlardaki gelişmelerde Türkler hiç de inkar edilemeyecek kadar önemli rol oynamışlardır. Günümüzde belirgin bir şekilde hissedilen Türk ve Uzakdoğu kültüründeki bazı benzerlik ve yakınlıklar yukarıda belirtmeye çalıştığımız hususlarla alakalıdır (İnayet, Cilt: VIII, Sayı 1, Sayfa: 141-147, İZMİR 2008.).
2-UZAKDOĞU’YA MECBURİ HİCRETE GİDEN TÜRK VE TATAR ASILLI MAZLUMLAR

Türklerin Uzakdoğu’da önemli bir aktör ve bileşen olması Hun ve Göktürk dönemleriyle sınırlı kalmaz. Uzakdoğu, nasıl Türkler için bir etki alanı, siyasi ve kültürel açıdan üstünlüğün yakalandığı saha olduysa, aynı şekilde Türkler için bir nevi zorunlu hicret durumuna düştükleri sürgün coğrafyası olmuştur.
Zira esarete karşı anavatanlarından Asya’nın doğu kıyısına hicret eden Müslüman Türklerin ve Tatarların anavatanlarını kurtarmak için vermiş oldukları sonu gelmeyen mücadeleler ve Uzakdoğu’da biten nice hayatlar da Türklerin Doğu Asya ile ilgili hafızasında silinmez izler bırakmıştır.
Rusya’da gerçekleşen Bolşevik Devrimi’nin ardından uzun süredir Rus işgali altındaki Asya topraklarında yaşayan İdil-Ural Türkleri Uzakdoğu’ya göç etmişlerdir. 1919’dan sonra da Japonya’ya özellikle de Yokohama, Tokyo, Nagoya ve Kobe’ye taşınan ve 19. yüzyıldan itibaren Tatar aydınlar tarafından temsil edilen İdil Ural Türkleri gittikleri yerlerde okullar, camiler ve matbaalar kurmuşlar; kültürel faaliyetlerde bulunarak bir varoluş mücadelesi ortaya koymuşlardır. Tokyo’nun Fuchu semtinde bulunan Türk-Tatar mezarlığındaki mezar taşları; Seul Belediyesi’nin arka sokağındaki binaların ketumluğu, Türklerin Uzakdoğu’daki geçmişlerinin bilinmeyen sayfalarını mırıldanıyor. “Hayatı nerde başladı, ömrü nerde bitti!” cümlesinden koparak yayılan hüzün, Türklerin başladığı yerden çok uzaklarda, Uzakdoğu’da biten yaşanmışlıklarını anlatan sayfaları açıyor.
ORTA ASYA’DAN UZAKDOĞU’YA GÖÇ ETTİLER
Türklerin Osmanlı devrinde iken Uzakdoğu’daki geçmişleri güvertesinde 34. Osmanlı Padişahı ve 113. İslâm Hâlifesi olan İkinci Abdülhamid’in Güney Asya halklarına gönderdiği selamı dalgalandıran Ertuğrul gemisinin Japonya’ya ulaştığı 1889 yılı ya da Güney Kore’de dünya güçlerinin siyasi hesapları uğruna savaşan Türk askerlerinin Pusan limanından ülkeye ayak bastıkları 1950 yılı ile sınırlı zannedilir. Oysa Türklerin, Uzakdoğu’yla ilk münasebetleri 13. yüzyılda Japonya’yı istila etmek isteyen Moğol ordularının saflarında bulunan Türklerin Japonya’ya gelişleri sırasındaydı. Moğolların Japonya siyasetinden vazgeçerek Çin’e yönelmesiyle Japonya’daki Türk varlığının ortaya çıkışı 19. yüzyıla kadar ertelenmiş olsa da Moğol hâkimiyetine giren Kore’deki Türk varlığı 200 yıl sürmüş, Moğolların ardından bölgede kalan Türk soyları zamanla Korelileşmişti. Türklerin asırlar sonra ikinci defa Japonya başta olmak üzere Uzakdoğu’ya gelişleri ilk önce Ertuğrul gemisinin Yokohama limanına demirlemesiyle gerçekleşecek, ardından Rusya sömürgesi altında yaşayan Orta Asya Türkleri de kalabalık gruplar halinde Uzakdoğu’ya göç etmeye başlayacaklardı. Uzakdoğu’nun birçok ülkesine yerleşen Türklerin Mançurya, Kore ve Japonya gibi ülkelerdeki varlıkları bu defa uzun sürmemiş, bölgedeki siyasi çekişmeler yüzünden dünyanın farklı ülkelerine dağılmışlardı.
Osmanlı-Japon ilişkilerinde diplomatik temaslar 1870’lerde başlamıştır. Başladıktan itibaren ortak düşman Rus İmparatorluğu’na karşı siyaset bu iki devleti yakınlaştırmıştır. Mesela 1904-1905 Rus-Japon Savaşı’nda Japonya’nın galibiyeti, Rusya’nın kuvvetlerinin çoğunu Uzak Doğu’ya nakletmesi ve Karadeniz’deki taarruz kuvvetini azaltması Osmanlı’da büyük sevinçle karşılanmıştır (Şahin, Ankara, 2001, s.8).
Hatta Osmanlı I. Dünya Savaşı’na İttifak Devletleri safında girerken Japonya da İtilaf Devletleri safında girmesine, İngiltere’nin ve Fransa’nın Osmanlı’ya savaş açması kararına uyarak Japonya’nın da Osmanlı’ya savaş ilan ettiğini ilan etmesine rağmen Osmanlı-Japon ilişkilerinde hiçbir gerginlik olmamış, iki taraf arasındaki diplomatik bağlar sorunsuzca devam ederek günümüzdeki Türkiye-Japonya ilişkilerine kadar evrilegelmiştir.
KORE VE JAPONYA’YA YERLEŞTİLER
Bolşevik ihtilali Rus sömürgesindeki Müslüman Türk halkları için fevkalade kötü sonuçlar doğurmuştu. Bolşeviklere karşı savaşan ve topraklarından edilen Türk-Tatarlar, Japonya’nın kontrolündeki Mançurya ve dünyanın çeşitli yerlerine göç etmek zorunda kalacaktı. 1920’li yılların başında özellikle Rusya’dan başlayarak Çin’e kadar uzanan bölgedeki liman şehirlerinde binlerce Türk-Tatar ailesi yerleşmiş durumdaydı. Uzakdoğu’daki Türk-Tatar topluluğunun öncüleri olan bu ilk kafileler, Doğu Çin Demiryolu İnşaatı için Mançurya bölgesine gelen işçi ve teknisyenlerden oluşuyordu. 1920’li yıllara gelindiğinde Japon Hükümeti, Mançurya’da bulunan Tatarların Japonya’nın sömürgesi olan Kore’ye yerleşmelerine izin veriyordu. Japon hükümetinin kararı üzerine Mançurya’dan gelen 600 kişilik bir Türk-Tatar topluluğu Japonya’ya iltica ederken 200 kişilik bir başka grup da Kore’ye yerleşecekti.
Elbette ki bu yaşananlar, Kore’de Türk-Tatar topluluğu ile sınırlı kalmayacak olan bir İslâmî şahlanışın temelini atacaktı. Kore’deki Müslüman tebaa, yalnızca Türk-Tatar topluluğu ile sınırlı kalmayacaktı çünkü.
ESİR DÜŞEN OSMANLI ASKERLERİ DE BURAYA YERLEŞTİ
Birinci Dünya Savaşı sırasında zorla Rus ordusuna alınan ya da esir düşerek sürgüne gönderilen bazı Osmanlı askerlerinin de Sibirya’daki esaretten kurtulduktan sonra Mançurya üzerinden Kore’nin kuzeyindeki Pyongyang, Siniyju, Konan ve diğer şehirlerine yerleştikleri sanılmaktadır.

Sonraki dönemlerde Japonya ve Mançurya’da yaşayan birçok Türk-Tatar ailesi de Kore’ye gelerek ülkenin çeşitli yerlerine yerleşeceklerdi. 1926 yılının Ramazan Bayramı namazı sonrasında Seul’de açılan “Seul Dinî ve Milli Müslüman Cemiyeti”, Müslümanların dinî ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için kurulmuştu. Seul, Taegu ve Pusan şehirlerinde de Mahalle-i İslâmiye toplulukları oluşturulmuştu. Seul Mahalle-i İslâmiye cemaatinin çabaları ve Uzakdoğu Türk-Tatarlarının desteğiyle günümüzde yerinde yüksek binalar inşa edilmiş olan iki katlı bir bina, Türk-Tatar cemaatinin Seul’deki toplantı merkezi haline getirilmişti.
Elbette ki Türk-Tatar yerleşimciler ve Osmanlı ordusuna mensup subaylarla Kore’de var olma imkânı bulan İslâm dini açısından Kore Savaşı, önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Zira Türk yetkililer, Türk askerlerinin de desteğiyle, Koreli çocuklar için Kore’nin Suwon şehrinde, Ankara Okulu ve Yetimhanesini kurar. Her şey mütareke sonrası sorularına cevap bulma fırsatı yakalayan iki Korelinin Suwon yetimhanesi yakınındaki bir çadırına gelmesi ile başlar. Koreliler, ordu imamı Abdulgafur Hoca’nın hoparlörle Tugay içerisinde askerlere yaptıkları sohbetleri fark eder. Türk yetkililere ısrarcı bir şekilde Türk din adamlarıyla görüşmek istediklerini söylerler. Ankara Genelkurmay Başkanlığından izin kağıdı gelince, Abdullah Yu-Do ve Ömer Abdurrahman Jin-Kyu isimli iki Koreli, 1955 yılında 6. Değiştirme Tugayı İmamı Abdulgafur Karaismailoğlu ile bir dizi bilgi alışverişine başlar. Derin sohbetler neticesinde İslamiyet’i seçen 57 kişinin ihtidası ile hak din İslâm, Kore’deki varlığını daha da sağlamlaştırır. Bu ihtida, ilk Koreli Müslüman topluluğunun oluşmasını sağlar. Bu gelişmeler, Korelilerin İslâm’la gerçek bir temas kurmasının sembolü olmuştur.
TÜRKLER KORE’DE TİCARETLE UĞRAŞTILAR VE ZENGİNLEŞTİLER
Japonların da yaygın bir şekilde ticaretle uğraştığı Kore şehirlerinde yerli halkın pazarlık alışkanlığına rağmen pazarlığa yanaşmayan Japon tüccarların aksine Türk-Tatarlar az bir kâr karşılığında -pazarlıkla- satış yaptıkları için yerli halkın Türk-Tatar mallarına rağbet etmesini sağlamışlardı. Türklerin, Kore şehirlerinde, 69 dükkânı olduğu sanılmaktadır. Resmî rakamlara göre 1930’lu yıllardaki sayıları 70 civarında kaydedilen, ancak bu sayının 200-300 dolaylarında olduğu tahmin edilen, Türk-Tatarlarına ait dükkânlar, çoğu zaman -Baykal, Altay, Nur, Kama, Kazan gibi- dükkân sahibinin adını taşırdı. 1940’lı yıllara gelindiğinde bağımsızlığını yeniden kazanan Kore’nin siyasi ve sosyal hayatında değişiklikler yaşanmış, Türk-Tatar halkı dışlanmaya başlamıştı. 1950’li yıllara gelindiğinde ise Türk-Tatarlar giderek tehdide dönüşen gerginlik sebebiyle başta Türkiye olmak üzere ABD, Kanada ve Avustralya’ya göç etmiş durumdaydı.
MATBAA KURUP, KUR’AN BASTIRDILAR
Kore’deki Müslüman çocuklarının altı yıllık eğitimleri boyunca ihtiyaç duydukları ders kitapları, 1931 yılında Kurbanali tarafından Tokyo’da kurulan Matbaa-i İslamiye’den temin ediliyordu. “Seul Türk Müslüman Cemiyeti”yle “Tokyo Türk Müslüman Cemiyeti” arasındaki dayanışmanın bir sonucu olarak Matbaa-i İslamiye’de Kur’ân-ı Kerîm ve Kur’ân tefsirlerinin de basılması sağlanmış, ilki Arapça yapılan bu baskıdan bütün Uzakdoğu Türk Tatarları ve Müslümanlarına gönderilmişti. Seul’un dış mahallelerinde bulunan boş bir araziyi mezarlık haline getiren Müslümanlar, diğer Kore şehirlerindeki cenazelerinin de buraya gömülmesini sağlamışlardı. Kurulduğu yıllarda Seul dışında kalan Kore Türk-Tatar mezarlığı geçen yarım asrı aşkın sürede büyüyen şehirdeki yüksek binaların ve uğultulu otobanların arasında kaybolacaktı.
Mekteb-i İslamiye’yi inşa ettiler

Türk-Tatarların 1921’den itibaren buluşma yeri olarak kullandıkları Tokyo Oteli’nde, özellikle dinî gün ve bayramlarda toplantılar yapılıyor, otelin salonlarında Cuma namazları kılınıyordu. Bir süre sonra Tokyo’daki az sayıda Müslüman ailenin yaşadığı Shibuya semtinde birbirlerine yakın evler kiralayan Türk-Tatarlar, zamanla bu semtte baskın duruma geleceklerdi. Tokyo’da kurulan Mahalle-i İslâmiye Cemiyeti, Türk-Tatar topluluğunun toplantı ve ibadetlerini yapabilmeleri için 1931 yılında Mekteb-i İslamiye’yi inşa ettirmişti. Sadece bir ibadethane olmayan Mekteb-i İslamiye’de eğitim-öğretim de yapılıyor, Japonya’daki Türk-Tatarların ihtiyaç duyduğu kitaplar, giriş katındaki küçük matbaada basılıyordu. Matbaa-i İslamiye’nin eski harf kalıpları, harf inkılabı yapılan Türkiye’deki bir gazeteden satın alınmış ve Uzakdoğu’daki basın faaliyetleri Arap harfleriyle yapılmıştı. Matbaa-i İslamiye’de Japon Muhbiri adında aylık bir mecmua basılmaktaydı. Çeşitli programlar da düzenlenen Mekteb-i İslamiye’de, Türkçe, Tatarca, İngilizce ve Rusça eğitim alan çocuklar ilkokul müfredatındaki dersleri Japonca okumaktaydılar.
Çeşitli şehirlerde büyük camiler yaptılar
Uzakdoğu’daki Türk-Tatarlar Tokyo’da büyük bir cami yaptırmış olmalarından evvel ilk olarak 1924’te Mançurya’da Minyıl Mescidi’ni inşa etmişler ve ardından Japonya’nın Kobe ve Nagoya gibi şehirlerinde de camiler inşa etmişlerdi. Nagoya Camii sonradan yıkılmış olduğu için yerinde aynı isimle sonradan yaptırılan bir cami inşa edilecekse de, Kobe Camii günümüze kadar ayakta kalmayı başaracaktı. 1935 yılında hizmete açılan ve inşaatı için Hint Müslümanlarının da maddi destek verdiği Kobe Camii, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki hava saldırıları ve sonraki deprem felaketlerinde yerle bir olan Kobe’de ayakta kalmayı başaran nadir yapılardan biriydi. Geleneksel Türk motifleri taşıyan caminin bodrumları 1939 yılında Japon Deniz Kuvvetleri tarafından depo olarak kullanılmıştı. Japonya’nın diğer şehirlerinde yaşanan bu gelişmelerin parantezinde Tokyo Camii’nin Ekim 1937’deki temel atma merasiminde hazır bulunan Türk-Tatarların her biri, temele koyulan tuğlalara adlarını kazıyarak toprağa gömmüşlerdi. Yapımı kısa sürede bitirilen Tokyo Camii’nin açılışı 12 Mayıs 1938 tarihinde gerçekleşmişti. İkinci Dünya Savaşı’ndaki hava saldırılarında fazla hasar görmeyen Tokyo Camii, 1950’lere kadar Japonya’daki Müslümanların buluşma noktası olmaya devam etmişti. 1950’li yıllardan itibaren başta Türkiye, Amerika ve Avustralya olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerine göç eden Türk-Tatarların ardından Japonya’daki hatıraları kendi hallerine terk edildi (Saltık, 2011).
Japonya ve Çin arasında gerçekleşen 1937-1945 yıllarını kapsayan İkinci Çin-Japon Savaşı olarak bilinen savaş, İkinci Dünya savaşı sırasında Rusya’nın da devreye girmesiyle Tatarlar için Uzak Doğu’da yaşamı oldukça zorlaştırdı. Çin Devleti’nin siyasi rejiminde yaptığı değişiklerin ve izledikleri politikaların Tatar halkının Uzak Doğu’daki yaşamını tehdit etmesiyle birlikte yıllar sürecek bir göç sürecini başladı. Tatarlar başlıca Türkiye olmak üzere bazı Avrupa ve Amerika ülkelerine göç etti. Göç süreci Tatarların bulundukları toplumda azınlık olarak kalmasına yol açtığından kendi dil ve kültürlerini kapsayacak şekilde bir kimlik sorunu yaşamalarına sebep oldu.
TÜRKİYE, TOKYO CAMİİ’Nİ YENİDEN İNŞA ETTİ

Türkiye’ye hibe edilen ve yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Tokyo Camii, 1983 yılında ibadete kapatılmış, yenisinin inşa edilebilmesi için Şubat 1986’da yıkılmasına karar verilmişti. İlk yapıldığı yerde, Türk mimarisine uygun ve önceki camiden kalan hatıraların sergilenebildiği bir yapıda Türkiye’nin öncülüğünde inşa edilen Tokyo Camii, 2000 yılı Haziran ayında yeniden ibadete açılmıştı (Saltık, 2011).
Bu arada yukarıda bahsettiğimiz şekilde Uzak Doğu’da İslâm’ın kendine yaşam bulma sürecinin ete kemiğe bürünmesinin ve sağlam temellere oturma imkanı bulabilmesinin başlangıcına göz atacak olursak her ne kadar bu meselenin XIX. asrın sonları ile XX. asrın başlarında, yani sömürgecilik devrinde Batılı oriyantalistler tarafından mensup oldukları ülkelerin menfaatleri doğrultusunda yapılan bazı araştırma ve Müslümanların ilmî olmaktan uzak bir kaç çalışması dışında ilmî ve tenkidî bir göz ile incelenmesi imkan dahilinde olamasa da İslâmiyet’in Arabistan dışındaki ülkelere yayılma devri olan Hicrî I. asırdan günümüze kadar 1300 sene boyunca durmaksızın devam etmekte olan Doğu Asya ülkeleri (Asıl Çin-Kore-Japonya) ile İslâm dünyasının siyasî, iktisadî ve kültürel temasları sayesinde Uzak Doğu’da İslâm’ın kendine yaşam bulduğu ve sağlam temellere oturma imkanını yakaladığı kesin kanaattir.
Sonuç olarak Uzakdoğu Türklerinin tarihi kökleri iki aşamada ele alınır. Birinci aşama, Türklerin askerî açıdan Kore, Japonya ve Çin’e vurdukları damga olarak ele alınırken ikinci aşamada ise vatanından sürülen Türk-Tatar topluluklarının Kore, Japonya ve Çin’deki düzene entegre olmaları ele alınabilir. Ezcümle dünyanın dört bir yanına ayak basmış olan ve adım atmadığı kıta ve coğrafya kalmayan Türklerin Uzakdoğu’daki özgül ağırlıkları hakikaten ele alınmaya ve mercek tutulmaya değmektedir.
Kaynakça:
- Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi / Journal of Turkish World Studies, Cilt: VIII, Sayı 1, Sayfa: 141-147, İZMİR 2008. 141 TÜRKLERİN UZAKDOĞU SİYASİ VE KÜLTÜR TARİHİNE ETKİLERİ (T’ang ve Yuan Hanedanlığı Dönemi Örneği) Alimcan İNAYET
- Enver Baytur ve Heyrinisa Sıdık, Şincangdiki Milletlerning Tarihi (Doğu Türkistan’daki Milletlerin tarihi), Milletler Neşriyatı, Pekin 1999, s. 326-327.
- Wang Xia-fu, Tang Hanedanlığı’nın Türklere Karşı Savaşı (Tang-chao Dui Tu-jue De Zhan-zheng), Hua-xia Neşriyatı, Guangdong Halk Neşriyatı, 1997, s. 40.
- Fei Xiao-tong, Zhong-hua Min-zu Duo-yuan Yi-ti Ge-ju / The Pattern of Diversity in Unity of the Chinese Nation ( Çin Milletinin Çok Boyutlu Birliği), Merkezi Milletler Üniversitesi Yayınevi, Pekin 2003, s. 174-175.
- Edward Schafer, Tang dai de wai-lai wen-ming (Tang Döneminde Dışarıdan Gelen Medeniyet), Eserin orijinal adı: The Golden Peaches Of Samarkand – A Study Of Tang Exotics, (Çince’ye çeviren: Wu Yu-gui), Shanxi Shi-fan da-xue Chu-ban She (Shanxi Pedagoji Üniversitesi Yayınevi)
- Geyretcan Osman, Uyğurlar Şerkte ve Ğerbte, Şincang Helk Neşriyatı, Urumçi 2002.
- İslam ve Türk Kültürünün Uzak Doğu’ya Yayılması, Hee Soo-lee, 1988, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Ankara
- Türk-Tatarların Bilinmeyen Hikâyesi, Yrd. Doç. Dr. Ekrem Saltık, Yedikıta Dergisi Ocak (29. Sayı 2011)
- Şayan Ulusan Şahin, Türk-Japon İlişkileri (1876-1908), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2001