ChatGPT ile birlikte
Üç yıl… Bazen göz açıp kapayıncaya kadar geçer, bazen de her gününü ayrı ayrı cebine koyup ağır ağır taşırsın. Ama üç yılın sonunda ortaya çıkan şey, başlangıçtaki hayalin tam zıddıysa, işte o zaman zamanın nasıl aktığını hiç hatırlamazsın. Geoffrey Hinton’un televizyonda söylediği o cümle –“Üç yıl içinde işinizi kaybedebilirsiniz”– ilk duyulduğunda kahvelerin eşlik ettiği bir sohbet konusuydu. Kimileri abartı dedi, kimileri “olmaz öyle şey” diye güldü geçti. Ama üç yıl sonra, o kahkahaların yerini sessizlik aldı.
Jack, Mary ve Robert. Aynı şehirde yaşıyorlardı ama birbirlerini tanımıyorlardı. Aynı sokaklardan geçtiler, aynı otobüslere bindiler belki. Ama onları asıl birleştiren, üç yılın sonunda yaşadıkları aynı kayıptı: İşlerini, umutlarını ve gelecek hayallerini kaybetmek.
Jack’in hikâyesi üniversitenin geniş kapısından başlıyordu. Üç yıl önce, sırtında yeni alınmış bir çanta, elinde kayıt belgeleriyle o kapıdan girdiğinde gökyüzü ona bambaşka görünmüştü. Üniversiteyi kazanmak, aile için gururdu ama Jack için daha fazlasıydı: Bir sıçrama tahtası. Kod yazacak, projeler yapacak, belki kendi startup’ını kuracak, bir gün büyük bir teknoloji şirketinde çalışacaktı.
İlk senesinde laboratuvarlarda sabahladı. Yapay zekâ derslerinde gözleri ışıldıyordu. Arkadaşlarıyla tartışırken sürekli şunu söylüyordu: “Geleceğin dili bu, kim öğrenirse kazanacak.” O sırada geleceğin dili dediği şey, üç yıl sonra onu sessizliğe mahkûm edecek bir ağırlığa dönüşecekti, ama o bunu nereden bilsin?
Diplomasını aldığı gün, ailesiyle fotoğraf çekildi. Annesi gururla gözyaşı döktü, babası ise sessizce “Artık senin zamanın başladı” dedi. Oysa zaman çoktan elinden alınmıştı. Mezuniyet sonrası yaptığı ilk başvurulardan hiçbiri olumlu dönmedi. Başvurduğu firmalar ona bile zahmet edip dönmedi. Birkaç tanesi ise otomatik e-posta ile “Uygun değilsiniz” dedi. O otomatik mesajların, aslında kendi geleceğini yazılı olarak silmekte olduğunu fark ettiğinde, Jack ilk kez umutsuzluğun ne olduğunu öğrendi.
Her sabah kahvesini alıyor, bilgisayarının başına geçiyor, iş ilanlarına bakıyordu. Başlarda umutla doluydu; her yeni ilana “işte bu bana uygun” diyerek başvuruyordu. Ama günler, haftalar, aylar geçtikçe o ilanların aslında insanlara değil, sistemlere yazıldığını fark etti. “Yapay zekâ denetimi konusunda deneyimli olun” ya da “otomatik yazılım geliştirme süreçlerine hâkim olun” gibi şartlar, aslında onun diplomayı aldığı gün işsiz kaldığının kanıtıydı.
Jack için üç yıl, hayallerin çözüldüğü bir zaman dilimiydi. Bir zamanlar bilgisayar ekranında kendi geleceğini yazacağını sanmıştı. Şimdi ise ekrana sadece başvurularının reddedildiğini gösteren mesajlar düşüyordu.
Mary’nin hikâyesi daha kısa ama daha keskin bir kırılma içeriyordu. Üç yıl önce, ilk işine başladığında dünyası aydınlıktı. Giydiği yeni elbiseyi hiç unutmuyordu. Metroda giderken camdaki yansımasına bakmış, “Artık ben de çalışan biriyim” demişti. Arkadaşlarına mesaj atmış, “İşe başladım!” diye sevinçle paylaşmıştı. O gün hayatının geri kalanının temellerini attığını sanmıştı.
İlk zamanlarda iş yoğun, yorucuydu ama Mary bundan şikâyet etmiyordu. Müşteriyle e-postalaşmak, toplantı notlarını düzenlemek, rapor hazırlamak… Hepsi ona yetişkin olmanın kanıtı gibi geliyordu. Banka hesabına yatan ilk maaşını gördüğünde annesini yemeğe çıkarmış, babasına küçük bir hediye almıştı. İçinde tarifsiz bir gurur vardı.
Ama üç yıl sonra aynı gururun yerinde yeller esiyordu. Çünkü yaptığı işler, yazılımların kolaylıkla halledebileceği işlerdi. Bir gün yöneticisi onu çağırdı. Sesinde tuhaf bir titreme vardı:
— Mary, seninle çalışmak güzeldi ama sistem artık bu görevleri daha hızlı yapıyor.
Mary, o gün masasındaki bilgisayar ekranına bakarken, sanki kendi yerine oturmuş bir başkasını gördü. Aslında o başkası, soğuk bir algoritmadan başka bir şey değildi. E-postaları Mary’nin üslubuyla yazıyor, raporları ondan daha düzgün hazırlıyor, müşteriyle ondan daha kibar iletişim kuruyordu.
İşsiz kaldığı ilk haftalarda “belki başka departmanlarda iş bulurum” diye umutlandı. Ama her başvurusu aynı duvara çarpıyordu: “Bu işi artık sistem yapıyor.” İnsan kaynakları bile artık insana ihtiyaç duymuyordu; görüşmeye gittiğinde karşısına bir ekran çıkıyor, birkaç soruya verdiği cevaplar algoritmalar tarafından değerlendiriliyordu. İşsizliğin en ağır tarafı, işsiz olduğunu başkasından değil, bir makineden duymaktı.
Mary’nin hayatı bir anda küçüldü. Evinden dışarı çıkmak istemiyordu. Çalışırken bağımsızlığını ilan etmiş gibi hissetmişti; şimdi ise ailesine muhtaç olmanın utancını yaşıyordu. Sevgilisiyle de arası bozuldu. O bağımsız, kendi ayakları üzerinde duran kadın artık yoktu. Mary, markete gittiğinde bile sıraya girip kasiyerle birkaç kelime etmek için fazla alışveriş yapıyordu. Ama çoğu kasada otomatik ödeme sistemleri vardı. İnsan yüzüne duyduğu özlem, cebinden çok daha büyük bir açlık yaratıyordu.
Robert’in hikâyesi ise daha uzun ve ağırdı. O kırk yaşındaydı, işinde yıllarını vermişti. Gençliğinde sabahın köründe işe gidip geç saatlere kadar çalışmış, terfi için sabretmişti. Çalıştığı kurumda saygı gören, deneyimiyle yol gösteren biriydi. Onun için iş sadece maaş değil, kimliğinin ta kendisiydi.
Üç yıl önce, her şey yolundaymış gibi görünüyordu. Genç çalışanlara “sabırlı olun, emek karşılığını verir” diyordu. O sırada farkında değildi ama verdiği öğütler çoktan hükümsüz kalmıştı. Çünkü sistem, onun sabırla öğrendiği her şeyi kendi kendine öğrenmişti bile.
İşten çıkarıldığı gün, müdürü gözlerini kaçırarak şunu söyledi:
— Sistem artık senin yaptığın işleri kendi kendine öğreniyor.
Bu cümle, kırk yılın emeğini tek kalemde silmişti. Robert eve döndüğünde aynaya baktı. Kırışıklıklarını gördü ama onu asıl yaralayan, yüzünde beliren gereksizlik hissiydi. Yıllarca işyerinde anlam bulmuştu. Şimdi anlam yoktu.
Bir süre direndi. “Yeni bir iş bulurum” dedi. İş bulma kurumuna gitti. Önünde uzun bir sıra vardı. Sıra ona geldiğinde masanın üzerinde bir ekran açıldı:
— Merhaba Robert, geçmiş deneyimlerinize baktık. Sizin için uygun iş bulunmamaktadır.
Robert, bir insanın gözlerinin içine bakıp üzülmesini beklemişti. Ama karşısında sadece parlak bir ekran vardı. O gün eve dönerken adımlarını saydı. Çünkü hayatında ilk kez zamanı öldürmekten başka bir şey yapamıyordu.
Robert’in karısı ona destek olmaya çalışıyordu ama evdeki sessizlik ağırdı. Çocukları babalarının işsizliğini anlamıyor, ama havadaki boşluğu hissediyorlardı. Robert, akşamları balkona çıkıyor, sokaktan geçenleri izliyor, geçmişteki kendisini hatırlıyordu. Kendi hayatı ona artık bir başkasının hikâyesi gibi geliyordu.
Üç yıl sonra, üç farklı insan aynı noktada buluştu: Boşluk.
Jack, her sabah kahvesini alıp bilgisayar başına oturuyor, ama iş ilanlarını kaydırdıktan sonra ekrana bakıp donup kalıyordu. Mary, işsizliğini ailesine belli etmemek için hâlâ “iş arıyorum” diyordu, ama umutları çoktan tükenmişti. Robert, balkonunda oturup sokaktaki kalabalığa bakıyor, insanların hâlâ koşuşturmasına anlam veremiyordu.
Onların ortak yanı, geleceğe dair içten içe kurdukları hayallerin sessizce yıkılmasıydı. Jack büyük bir kariyerin, Mary bağımsızlığın, Robert ise emeğinin karşılığında huzurlu bir hayatın hayalini kurmuştu. Ama üç yıl sonra, geriye kalan tek şey hayal kırıklıklarıydı.
Hayatlarının özeti artık basit ama acıydı: Hayal kırıklıkları. Bir insanın elinden umudu alırsanız geriye ne kalır?
Ve o gün, akşam saatlerinde her biri farklı yerlerde aynı şeyi düşündü:
“Üç yıl ne kadar da kısa bir zamanmış.”




