At ve keçi kılından yol yaygısı, heybe, çuval ve hayvan takımları üreten ve satanlara “mutaf” denildiğinin yaygın olarak bilindiği 50’li yılların başındaydı zaman. Bursa’nın yollarında otomobillerle birlikte at arabaları ve faytonlar dolaşıyor, kış günlerinde erkenden şehirde el ayak çekilip dağın eteklerine ve ovaya yayılan bir karanlık ortalığı kaplıyordu. Bursa bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğunun başkenti olduğunu ve zamanında ipek yolunun üstünde altınlı ve gümüşlü kumaşların dokunduğu bir şehir olduğunu unutmuştu sanki. Suni ipek fabrikası kurulmuş, insanlar geleceğin onlara neler getireceğini düşünürken Başbakan Adnan Menderes Bursa’ya gelmiş ve her siyasetçi gibi parlak bir geleceğin Bursalıları beklediğini onlara anlatmıştı. Her şey hızla değişiyor, kahvelerde, “Evlenmeyin oğlanlar naylon kızlar çıkacak” şarkısı çalınıyor, Tayyare Sineması’nda Muhteren Nur’un başrolünde oynadığı “Üç Arkadaş” filmi oynuyordu.
Annesini 10 yaşında kaybetmiş ve babasının her dediğini yapan uslu bir çocuk olarak büyüyen Hilmi, Bursa’da Nalbantoğlu Mahallesi’ndeki evlerinde, “Baba ben okumak istiyorum” dese de babası onu dinlememiş, “Mutaf olmak fena mı sanki…” diyerek onun okumasını onaylamamış, Kapan Han’ın oralardaki mutaf işyerinde tezgâhın bütün sorumluluğunu ona bırakarak nargile kahvesinde zaman geçirmeye başlamıştı. Hilmi’nin hayat çizgisi sanki böyle çizilmişti. Geleneksel el dokuma tezgâhlarından biri olan ve kilim, halı tezgâhlarından farkı ipliğinin çok daha kalın ve kaba olması olan bir mutaf tezgâh ile o günlerde baş başa kalmıştı Hilmi.
Babası ona bağırdığında Hilmi’nin aklına annesinin hasta yatağında yattığı günler gelirdi hep. Bir yıl kadar bir süre annesine ananesi bakmış, annesi öldükten sonra da nedense bir daha onların evlerine hiç gelmemişti. Hilmi sık sık annesinin Pınarbaşı Mezarlığı’ndaki kabrini ziyaret eder ona dualar okurdu. Babası annesi öldükten sonra Hilmi’nin ananesinin evine gitmesine de izin vermiyordu. Hilmi büyüdükten sonra bir gün Heykel’de ananesi ile karşılaşınca kadın ona hasretle sarılarak, “Kızımı üze üze öldüren o katil baban nasıl, ölmedi mi daha o boynu devrilesice” demişti.
Dağ köylerinden köylüler onlara at ve keçi kılı getirir, onlar da bunları iplik haline getirip dokurlardı dükkânda. Zaman içinde Hilmi işi iyice kavramış, mesleğine bağlanmış ve mutaf tezgâhında bir yenilik yaparak tezgâha dokuma işlemini kolaylaştırmak ve hızlandırmak amacıyla pedal taktırmıştı. Pedal çözgü ipliklerinin bir kısmını aşağıya, bir kısmını ise yukarıya alarak atkı ipliğinin bu aradan rahatça geçmesini sağlıyor Hilmi ise, “Tezgâha pedal taktırdım ama bir de kendi hayatımı hızlandıracak bir pedalı kendime taktırabilsem ne güzel olacak” deyip gülümsüyordu.
Geçmişindeki tüm sıkıntılı günlerinde çocukluk arkadaşı Seyfeddin her zaman onun dert ortağı olmuş, Hilmi onu hep en yakın arkadaşı olarak görmüş ve Seyfeddin’in babasının oğlunu okutma konusundaki çabalarını hayranlıkla izlemişti. Darülfünun’a giden Seyfeddin’in İstanbul’da genç bir hoca olduğu günlerde Hilmi’nin babası, bu kez de onu daha çok genç olduğunu düşünmeden, “Annesi ile pazarda gördüm maşallah akça pakça bir kız. Onlar o evi bir Fransız kadından satın aldılar. Babası şeyh belki bizden tekkeye mutaf alırlar ” diye anlattığı bir tarikat şeyhinin kızı olan Nevbahar’ı oğluna istemiş ve mutaf Hilmi kayınpederinin misafir odasındaki şişenin içindeki yelkenli geminin oraya nasıl sokulduğunu bir türlü anlayamadan evlenmişler, Hilmi Nalbantoğlu’nda karısı ve babası ile aynı evde oturmaya başlamıştı.
Siz şu işe bakın ki Nevbahar evlenmeden önce babasının onu yönelttiği ipek böcekleri ile ilgili İpekçilik Enstitüsü’ndeki eğitiminde gözlerine bulaşan bir mikrop nedeniyle görme yeteneğini kaybetmeye başlamış ve babası bu durumu, “Dış görünü kaybettikçe senin iç görün gelişecek” diye yorumlamıştı. Nevbahar gençti ve iç görüden çok dış görüyü arzuluyordu ama bunun için artık çok geç olduğunun da farkına varmaya başlamıştı. Gözlerinin iyi gördüğü zamanlarda okuduğu bir kitapta Nevbahar, “doğru yerde doğru zamanda bulunmanın önemi”ni okumuş, babasının suni ipeğin üretilmeye başlandığı bir zamanda ona ipek böcekleri konusunda eğitim aldırmasının tam bir “yanlış yerde yanlış zamanda bulunma” örneği olduğunu ve yaşadığı şehirde ipek böcekçiliğinin eski önemini yavaş yavaş kaybetmesinin birilerinin geçimini zorlaştıracağını düşünmüştü.
Hilmi Nevbahar ile evlenme kararını vermeden önce istihareye yatmış, “Allah’ım senin ilmine sığınıyor, gücünle güç istiyor ve büyük lütfundan diliyorum” diye dua ederek kendisi için hayırlı olanı göstermesini istemişti. O gece rüyasında beyaz giysili insanlar gördüğü için evliliğinin hayırlı olacağını düşünmüş ve evlenme kararı almıştı. Seyfeddin ile bu konuyu konuştuklarında Seyfeddin ona gülerek, “İyi de ya istihare sonucu olumsuz çıksaydı sanki ne yapacaktın? Babanın sözünden çıkıp Nevbahar ile evlenmeyecek miydin sanki?” deyip ona gülmüştü. Seyfeddin ona gülüyordu ama onun hayatında da olumsuzluklar olmuş, 1933 yılında üniversite kurulup Darülfünun kapatılınca Seyfeddin birkaç yıl daha İstanbul’da kalmış ama sonunda iki at arabası kitap ile Bursa’ya dönerek Pınarbaşı’nda kiraladığı bir evde oturmaya başlamıştı. Hilmi’ye, “Yahu biz okumaya kalktık, okuduk ve Darülfünun’da çalışmaya başladık ama şu işe bakın orası üniversite oldu ve bize yol verdiler. Yanlış yerde, yanlış zamanda bulundum herhalde. İstanbul da zaten Bursa’ya hep taşra gözü ile bakıyorlar. Bizi pek adamdan saymıyorlar. Tutunamadım İstanbul’da, olmadı işte. Keşke Merinos’ta işe girseydim” diyordu Seyfeddin.
Hilmi ise ona başta babasının mesleğini çok sevmese de yavaş yavaş alıştığını, mutaf üretmenin iyi para getirdiğini anlatıyor, “Her şey değişir ama mutaf değişmez” diyerek mesleğinin geleceğine olan inancını vurguluyordu. Seyfeddin ona, “Nasıl değişmez, sen benim halimi görmüyor musun, babamdan kalan ev de satılınca bu kiralık eve taşınmak zorunda kaldım inan zor geçiniyorum” diye anlatıyor ve sözlerine, “Senin tuzun kuru tabi”yi ekliyordu. Birkaç kez Hilmi ona borç para vermeyi teklif etmiş ama Seyfeddin ona hep buna gerek olmadığını söylemişti.
Görme duyusunun hayalet izleri Nevbahar’ın rüyalarında kendilerini gösteriyor ama yıllar geçtikçe, Hilmi’ye anlattığı gibi sanki onun rüyaları görsellikten uzak ses ve mekân ile ilgili bir biçime dönüşüyordu. Hilmi eşine, “Bu dünya bir rüya Nevbahar, ölünce ondan uyanacağız” dediğinde Nevbahar da ona rüya içinde rüya görüp görmediğini sormuş ama Hilmi’den bir cevap alamamıştı. Rüyalar zihnin uykumuzdaki düşünce biçimi miydi yoksa ama bunu da doğru dürüst bilmiyorlardı.
Hilmi’nin Nevbahar ile evlenmesinin üstünden bir yıl geçtikten sonra babası bir gün ona, “Yahu bu bizim gelin iyileşeceğine körleşiyor. Şeyh bize sakat kızını kakaladı galiba” demiş ama Hilmi ilk kez babasına karşı çıkarak, “Nevbahar benim karım, kör olsa da sağır olsa da ben ona bakarım” diyebilmişti. Hilmi karısının babasının sesini her duyduğunda tedirgin olduğunu, babası ile pek konuşmak istemediğini biliyor; karısının babasına karşı olan bu olumsuz tavrına da bir anlam veremiyordu. Her zaman her şeyin hakimi olduğunu sanan babası ise, “Gönderelim gelini babasının evine olsun bitsin. Sana bir çorba bile yapamayanı sen ne diye tutacaksın” diyordu. Hilmi bu sözlere o kadar sinirlendi ki kapıyı vurup evden çıktıktan sonra o gece işyerinde geç vakte kadar mutaf tezgâhında çalıştı. Tuhaftı ama mutaf tezgâhı ona babasından daha yakın biri olarak geliyor, Hilmi onu dertlerini anlatsa dinleyecekmiş kadar kendine yakın hissediyordu. Dükkânda kimsenin olmadığı geç saatlerde mutaf tezgâhına yüksek sesle babasının yaptıklarını, onun ne kadar bencil olduğunu, çok iyi hatırlamasa bile babasının annesine de zulüm ettiğini anlatmaya başladı Hilmi. Sonra içinden, “Biri beni görse deli der” diyerek dükkânı kapatıp çıktı.
O gece tuhaf bir rüya gördü mutaf Hilmi, Pınarbaşı’ndan ve diğer mahallelerden onlarca kitap yığınlarını taşıyan at arabası gelip onun dükkân kapısına yanaşıyor, binlerce kitap bir sürü adam tarafından onun dükkânına yığılıyordu. Hilmi bu yapılanlara ne kadar bağırıp çağırıp itiraz etse de onu kimsenin dinlediği yoktu. Bir ara elinde nargilesi ile babasının da bu işleri organize ettiğini gördü. Dükkânın içinde birkaç kişi ise içeri sokulan kitapları alıp onun gözü gibi sevdiği mutaf tezgâhına okutuyorlardı. Tezgâh diğer yandan da kendi kendine yol yaygısı üretmeye devam ediyordu. Oradakilerden biri ona, “Tezgâh bütün kitapları okudu öğrendi, şimdi de bizim sorduğumuz sorulara cevap verecek” diyordu. Dükkânın ağzına kadar cebir geometri, mühendislik, biyoloji, anatomi, sosyal bilimler, fizik, kimya gibi Türkçe ve ne olduklarını anlamadığı yabancı dilde kitaplarla dolu olduğunu anladı Hilmi. Kapının önü gittikçe kalabalıklaşıyordu. İçeride ise sordukları zor bir matematik probleminin cevabını alanlar hayretler içinde mutaf tezgâhına başka bir soru sorma hazırlığına girişiyorlardı. Kan ter içinde uyandı Hilmi. Karısı da onun uykusunda kan ter içinde bağırdığını görerek onu uyandırmıştı.
Sabah hayır olsun diyerek rüyasını önce karısına anlattı Hilmi. ”Hayır olsun. Mutaf olmadan önce okumak istediğini bana anlatmıştın” dedi Nevbahar, “şimdi herhalde çok sevdiğin tezgâhının okuduğunu görmek istedin” diye de ekledi. O gün aklı hep gördüğü rüyada olsa da karısı Nevbahar’ı alıp birlikte Tayyare Sineması’na “Üç Arkadaş” filmini seyretmeye gittiler. Gözleri çok az görse de Nevbahar sinemaya gitmeyi severdi. Ayrıca filmde daha sonra ameliyatla gözleri açılan bir genç kız anlatıldığı için bu filmi daha da çok sevdiğini kocası Hilmi’ye söylüyor, “Benim de Yarabbim görüyorum, görüyorum diyeceğim bir gün olur mu Hilmi?” diye ona soruyor, Hilmi ise onu, “Neden olmasın Nevbahar gün doğmadan neler doğar” diye umutlandırıyordu.
Hilmi sinemadan eve döndükten sonra eve karısını bırakıp arkadaşı Seyfeddin’e rüyasını yorumlatmaya gitti. Seyfeddin onun ne kadar heyecanlı olduğunu anlamış ve rüyayı dinledikten sonra onun önüne bir bardak çay getirmişti. “Bak sen senin şu tezgâhın yaptıklarına, hem dokuyor hem de okuyor anlaşılan matematik problemi çözdüğüne göre senden habersiz yazmayı da öğrenmiş bu garabet. İçindeki okuma arzusu sanki bu rüyada iyice ortaya çıkmış, Freud bastırılmış arzuların rüyalarda ortaya çıktığını anlatır. Senin rüyana tasavvufi açıdan baktığımızda ise iş değişir. Sen yaptığın işi çok seven birisin” diyordu Seyfeddin. Mutaf Hilmi’nin aklı bu rüya ile çok karışmıştı. “Böyle tezgâhlar kendi kendilerine dokurlarsa o zaman biz ne iş yaparız ki…” diye sordu Seyfeddin’e. Onun da aklı karışmıştı, “Okuyan, yazan ve dokuyan bir tezgâh olduğunda insan ne yapar o zaman? Ne hocaya, ne Darülfünun’a ne de Üniversiteye gerek kalmaz herhalde” diyordu.
“Sen de bizim mesleği kuş yapıp uçuracaksın hani, benim mesleğime bir şey olmaz olamaz. Gül gibi geçinip gidiyoruz işte. Mesleğim olmasa yol yaygılarını, eyerlerin altına atların sırtına konulan örgüleri kim yapacak sonra. Bir çay daha içip kalkayım hemen Nevbahar da evde yalnız” diyordu Hilmi. Seyfeddin ise biraz daha derin düşünerek, “Mesleğin sanki bir hakikat yolculuğuna dönüşüyor Hilmi. Sen gerçekten çok saf ve iyi niyetli birisin. Gözleri görmeyen bir kız ile herkes evlenmez, sen evlendin ve mutlusun halinden hiç şikâyet etmiyorsun. Baban okuma mutaf ol dedi oldun. İşini öyle sevdin ki şimdi de sonsuza kadar sürmesini istiyorsun. Ama bu olacak iş değil. Bu dünyada her şey geçici, değişiyor. Belki mutaflar da ileride hasırcı olacaklar bilemiyoruz” sözleri ile biraz da Hilmi’yi övüyordu.
Sonunda Hilmi kalkıp eve döndü. Nevbahar hemen yanında bir bavul ile ayakta onu bekliyordu. Hilmi bavulun ne olduğunu sorunca Nevbahar ona, “Mutaf Hilmi Bey, ben babamın evine gitmek istiyorum beni götürür müsünüz” dedi. Hilmi şaşkın şaşkın bunun nedenini sorunca Nevbahar ona, “Seni sevdiğimi biliyorsun Hilmi seninle bir sorunum yok. Ama bana babam seninle evlenmeden önce babanın anneni başka biriyle aldattığını ve annenin o yüzden hastalandığını anlatmıştı. Sanırım sen bunları pek bilmiyorsun. Baban kötü biri, sen evde yokken kapımı zorluyor, beni evime götür babansız bir evde buluşuruz” dedi. Sonra Hilmi hiç konuşmadan onu alıp babasının evine götürüp kapıda hiçbir şey söylemeden oradan ayrıldı.
Üç yıl sonra bir gün bir çocuk dükkâna koşarak gelip heyecanla Hilmi’nin babasının nargile kahvesinde öldüğünü haber verdi. Hilmi dükkân kapısını bile kapamadan deli gibi koşarak kayınpederinin evine gidip kapıyı çaldı ve kapıyı açan kayınpederine, “Babam öldü” dedi. Kayınpederi de onu, “Nevbahar da seni bekliyordu” diye cevapladı. Nevbahar ile birlikte eve döndükten sonra mutaf Hilmi babasının cenazesi ile ilgilenmek için evden ayrıldı. Ona camdan bakan Nevbahar ise onu görmese de camdan ona el salladı.
Makaleye Yorum Yaz Rastgele Makale Getir
Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin
En son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için ücretsiz abone olun.