Bir yaz günü Pamukkale Üniversitesi’nin bu etkinliğine konuşmacı olarak davet edilmekten büyük bir onur duyuyor ve konuşmama Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası”ndaki sözleriyle başlamak istiyorum:
“Gerçekten uyanık mıyız, yoksa bir gündüz düşü mü görüyoruz?
Belki de hem uyanığız hem de düş görüyoruz.”
Teknolojinin bir büyücü gibi bize düşler gösterdiği yaşadığımız bu farklı çağda: gerçekle hayal, mümkün olanla imkânsız, doğal olanla yapay olan arasındaki sınırlar hızla bulanıklaşıyor. Ve belki de bizler gözlerimizi kırpmaya bile fırsat bulamadan, bir rüyaya benzer bir biçimde yeni bir çağın eşiğinde buluyoruz kendimizi.
Tarihin inanılmaz bir noktasındayız.
Yeni çağın bu eşiği; sanayi devriminden, elektriğin keşfinden ya da internetin doğuşundan çok daha sarsıcı, çok daha varoluşsal. Çünkü ilk kez, düşünen, öğrenen, karar veren ve belki de bir gün bilinçlenecek olan yapay bizden daha zeki bir aklın eşiğindeyiz.
Elon Musk, geçtiğimiz günlerdebir söyleşide süper zekânın—insan zekâsını her alanda aşan bir yapay zekâ türünün (ASI)—bir ya da iki yıl içinde ortaya çıkabileceğini iddia etti. “İnsan düzeyinde genel yapay zekayı serbest bırakmadan önce kesinlikle bir sığınak inşa etmeliyiz”diyen Ilya Sustskever ile OpenAI CEO’su Sam Altman’ın “İnsanlık dijital süper zekayı inşa etmeye yakın” dediklerini de hatırlayalım. Bu olay, bilim kurgu romanlarında karşılaştığımız bir öngörü değil artık; riskleriyle, fırsatlarıyla ve belirsizliğiyle beraber gerçekliğimizin bir parçası.
Bu işin gerçekten şakası yok. Haziran başında yayımlanan “Güven İhtiyacınız Olan Tek Şeydir: Az Sayıda Veri ile Pekiştirmeli Öğrenme Dil Modellerinin İnce Ayarı” (Confidence Is All You Need: Few‑Shot RL Fine‑Tuning of Language Models) adlı makalede, pekiştirmeli öğrenme ile modelin kendi içsel güvenine (self-confidence) dayalı bir ödül mekanizması kurarak, klasik İnsan Geri Bildirimli Pekiştirmeli Öğrenmeye alternatif bir yöntem sunuldu. Yapay zekanın otonomisi hızla gelişiyor. Yapay zeka makalelerinde, “kendi kendini iyileştirme” sözcükleri, “self improvement” yer alıyor.
Eşiğinde bulunduğumuz yeni çağ bir kâbus mu olacak aslında onu da çok net bilmiyoruz. Çünkü insanoğlu kendinden daha zeki bir makine ile geçmişte hiç yaşamadı, bu konuda bir deneyimi yok belki de o nedenle kestirim yapamıyor.
Önümüzdeki yıllarda, insan ile makineler arasındaki etkileşim sadece günlük yaşamımızı dönüştürmekle kalmayacak, aynı zamanda ciddi sosyoekonomik gerilimlere de yol açacak. Özellikle yapay zekâ ve otomasyon teknolojilerinin hızla ilerlemesiyle birlikte, birçok mesleğin makinelere devredilmesi kaçınılmaz hale gelecek. İşverenler, hata yapmayan, yorulmayan ve maliyeti düşük robot ve yapay zekâ sistemlerini istihdam etme eğilimine girecek. Bu da milyonlarca insanın gelir kaynaklarından mahrum kalmasına ve ekonomik güvencesini yitirmesine neden olacak.
“Deliler, âşıklar ve ozanlar hep hayal gücünden yapılmadır” der Shakespeare, biz bunlara akademisyenleri de katmalıyız. Eğer süper zekâ gerçekten bu kadar yakınsa, hatta kapımızdaysa, üniversitelerimizin geleceği ne olacak? Bizler, bilginin kalelerinde çalışan hayal gücünden yapılma delilerolarak, birer bilgi üretme ve yayma merkezi olmaktan çıkıp, sadece geçmişin başarılarını sergileyen, tozlu, belki de dokunulmaz, ama bir o kadar da işlevsiz birer müzeye mi dönüşeceğiz?
“Süper yapay zekânın var olduğu bir dünyada üniversiteler, ‘bilgi deposu’ olmaktan çıkıp, insanlık için birer pusula, birer rehber haline gelmelidir” diyenler var ama bu ne ölçüde gerçekleşir bilemiyoruz. Bizden daha zeki bir şeye nasıl kılavuz olabiliriz ki…
Bilim ve teknoloji, tahmin edebileceğimizden çok daha hızlı, sarsıcı ve kökten bir dönüşümün eşiğinde. Artık yepyeni bir alanın, hatta yepyeni bir paradigmanın kapıları aralanıyor: Biyolojik Yapay Zekâ. Bu yeni yaklaşımlar, sadece mevcut yapay zekâ sistemlerinin sınırlarını zorlamakla kalmıyor, aynı zamanda yaşamın temel yapı taşları, yani biyolojik hücreler ve dokular, hesaplama ve öğrenme süreçlerine entegre ediliyor. Sinir ağları, artık sadece soyut matematiksel modeller değil, aynı zamanda laboratuvar ortamında büyütülen, canlı sinir hücrelerinden oluşan gerçek, yaşayan ağlar haline geliyor.
Bu alandaki en heyecan verici ve bir o kadar da düşündürücü gelişmelerden biri de Google’ın DeepMind şirketinde üzerinde çalışıldığı söylenen AlphaGenome projesi. AlphaGenome, temelde genetik mühendisliği ve yapay zekanın kesişim noktasında, hatta daha da ötesinde yer alıyor. Projenin ana amacı, yapay zekayı kullanarak genomik verileri devasa ölçekte analiz etmek, yeni genetik dizileri tasarlamak ve hatta sentetik biyoloji prensipleriyle tamamen yeni yaşam formları veya mevcut yaşam formlarının optimize edilmiş versiyonlarını oluşturmak.
AlphaGenome, biyolojik süreçleri anlamak ve manipüle etmek için yapay zekanın inanılmaz gücünü kullanıyor. Bu, sadece kalıtsal hastalıkların tedavisinde, gen terapilerinde veya kanser araştırmalarında devrim yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda yeni malzemeler geliştirmede, enerji üretiminde ve hatta sentetik biyoloji yoluyla tamamen yeni organizmalar oluşturmada örneğin, Mars’ın yüzeyinde yaşayabilecek mikroorganizmalarüretilmesinde de potansiyeller sunuyor. Bir an durup düşünelim: Eğer DNA diziliminden kişilik özelliklerini, bilişsel kapasiteyi ve potansiyel davranışları öngörebilir hale gelirsek- Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünyasını hatırlayalım- üniversiteler kime ne öğretecek? “Öğrenilebilirlik” genetik olarak optimize edilirse, eğitim sistemleri kendini nasıl yeniden inşa edecek?
Bu biyolojik yaklaşımların en çarpıcı ve belki de en şaşırtıcı örneklerinden biri de Organoid Yapay Zeka. Organoidler, kök hücrelerden laboratuvarda geliştirilen ve gerçek organların belirli işlevlerini, hatta yapılarını minyatür düzeyde taklit edebilen üç boyutlu doku yapıları. Özellikle beyin organoidleri, insan beyninin belirli bölgelerinin karmaşık yapısını ve işlevlerini, bazı durumlarda spontan sinaptik aktiviteyi ve basit öğrenme yeteneklerini dahi yansıtabiliyor.
Kısaca artık yapay zekânın öğrenme süreçleri sadece dijital değil, biyolojik olacak. Yani “yaşayan bilgisayarlar” üretilmeye başlandı. Cambridge’de, Johns Hopkins’te ve Tokyo Üniversitesi’nde laboratuvar ortamında yetiştirilen sinir hücreleri, basit oyunları öğrenmeye başladı bile. Ancak şu da bir gerçek ki genetik kodun yeniden yazılması, yaşamın tanımını kökten değiştirebilir ve bunun sonuçları hem biyolojik hem de toplumsal düzeyde tahmin edilemez olabilir ve insanın başını büyük ölçüde derde sokabilir.
Peki, tüm bu akıl almaz ilerlemeler, bu şaşırtıcı dönüşümler ışığında, üniversiteler olarak biz kendimizi nereye konumlandıracağız? Yapay zekaya sorarsak özetle diyor ki:
- Üniversitelerimiz, birer müze olmak yerine, bu yeni çağın öncüleri, laboratuvarları, kuluçka merkezleri ve düşünce merkezleri olmalı. Bilginin sadece depolandığı değil, aynı zamanda üretildiği, sorgulandığı, dönüştürüldüğü ve yeni formlar aldığı yerler olmalıyız.
- Ezberci eğitimden uzaklaşıp, eleştirel düşünme, problem çözme ve yaratıcılık gibi becerileri ön plana çıkarmalıyız.
- Multidisipliner yaklaşımları benimseyerek, biyoloji, bilgisayar bilimi, mühendislik, felsefe, etik, sosyoloji ve sanat gibi farklı alanları bir araya getirmeliyiz.
İyi de bunların hepsini bizden daha iyi yapabilecek, bizden daha zeki, her bilgiye her veriye inanılmaz hızlarda erişebilen bir şey ortada varsa biz ne yapabiliriz?
Shakespeare “Aman Tanrım, ne budala şu insanlar!” der oyununda. Bu noktada, Nobel ödüllü psikolog Daniel Kahneman ve Amos Tversky’nin çığır açan çalışmalarına değinmek istiyorum. Onlar bize insan zihninin her zaman rasyonel kararlar almadığını, aksine sistematik bilişsel önyargılar ve kestirme yollar (sezgisel yöntemler) nedeniyle sıkça hatalar yaptığını gösterdiler. İnsanlar olarak, karar verme süreçlerimizde mantıksız etkilere açık olabiliyor, mevcut bilgiyi çarpıtabiliyor veya geleceği yanlış tahmin edebiliyoruz. Bu bilişsel hatalar, bireysel yaşamlarımızdan küresel politikalara kadar geniş bir yelpazede ciddi sonuçlar doğurabiliyor.
Tarihsel olarak, insanlığın kendi hatalarının en trajik örneklerinden biri olan atom bombasını düşünebiliriz. Bilimin doruk noktası olan nükleer fizik, insanlığın kendini yok etme potansiyeline sahip bir gücü ortaya çıkardı. Her ne olursa olsun, ne kadar çok barış lafı edersek edelim, Çernobil sözcüğünün bize ne hatırlattığını bilelim bilmeyelim, nükleer tesisleri bombalamaktan asla vazgeçmiyoruz.
Günümüzde yapay zekâ, potansiyel olarak bu “atom bombası” metaforunu farklı bir boyuta taşıyor. Yapay zekayı tasarlayan, eğiten ve kullananlar yine biz insanlarız. Eğer yapay zekâ sistemlerini, kendi önyargılarımızla, eksik bilgilerimizle veya dar görüşlü hedeflerimizle şekillendirirsek, onların da benzer sistematik hataları çoğaltması ve hatta büyütmesi kaçınılmazdır.
Bu baş döndürücü teknolojik ilerlemeler bizi, evrenin en büyük ve en rahatsız edici gizemlerinden birine, Fermi Paradoksu’na getiriyor. Eğer evren bu kadar muazzam ise, milyarlarca galaksi, her galakside trilyonlarca yıldız ve potansiyel olarak milyarlarca yaşanabilir gezegen barındırıyorsa, neden henüz uzayda herhangi bir zeki yaşam formunun izine rastlamadık? “Neredeler?” diye sormuştu 1950’de Enrico Fermi.
Bu sessizliği açıklamak için ortaya atılan en dikkat çekici ve ürkütücü hipotezlerden biri de Büyük Filtre Hipotezi. Bu hipoteze göre, zeki bir medeniyetin ortaya çıkışı ve evren boyunca yayılması arasında, üstesinden gelmesi son derece zor olan bir veya daha fazla “filtre”, yani engelleyici aşama bulunuyor. Bu filtreler, yaşamın ortaya çıkmasından başlayarak galaksiler arası seyahat edebilecek veya iletişim kurabilecek bir medeniyetin oluşumuna kadar herhangi bir noktada yer alabiliyor.
Robin Hanson, “Büyük Filtre – Onu Geçmek Üzere miyiz?” (The Great Filter – Are We Almost Past It?) başlıklı yazısında, evrende zeki yaşamın yaygın olmamasının nedenini açıklamak için bu hipotezi ortaya koymuştu. Büyük Filtre’nin en korkutucu senaryosu, filtrenin önümüzde olmasıdır. Yani, bizim şu anki teknolojik ilerlemelerimizin, kendimizi yok etmeye veya başka bir şekilde gelişmemizi engelleyecek, yıkıcı bir eşiği temsil etmesi olasılığıdır.
Süper zekâ, biyo-yapay zekâ ve genetik mühendisliği gibi teknolojiler, inanılmaz potansiyeller sunarken, aynı zamanda kontrol edilemez riskler de barındırıyor. Acaba süper zekâ, insanlığın kendisi için bir Büyük Filtre mi olacak? Belki de galaksiler arası medeniyetler, kendi oluşturdukları süper zekalar tarafından yok edilmişlerdi…
Eğer söylediklerim sizi ürküttüyse, bunu sadece bir gündüz düşü olarakdüşünün. Artık bana kalan konuşmamın başından beri birlikte çalıştığım ChatGPT ve Gemini ile birlikte büyük usta Shakesperare’ye atıf yaparak sözlerimi toparlamak:
“Ve şimdi, bugünün perdesi inerken, görüyoruz ki, insan aklının perisi, teknolojiyle öyle bir düş kurdu ki, bu düş hem korkutucu hem de büyüleyici. Klavyeden yükselen her tıkırtı, bir yazgıyı fısıldıyor; ekranlardan yansıyan her ışık, yeni bir bilgelik vadediyor. Tıpkı Oberon’un büyüsü gibi, bilimin sihri de bizi bazen yanıltıyor, bazen aydınlatıyor. Ancak unutmayın, her düş, uyanışa gebe. İnsanlık, bu dijital ormanın derinliklerinde kendi yolunu bulabilecek mi, yoksa kaybolup gidecek mi, bekleyip göreceğiz. “
Teşekkür ederim.
Makaleye Yorum Yaz Rastgele Makale Getir
Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin
En son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için ücretsiz abone olun.