Siyasi

ABD Merkezli Batı Nezdinde Otoriterlik

Demokrasi Tartışması ve ABD Merkezli Batı’nın “Diktatör” Gördüğü Liderlerin Yaptıkları

Bugüne kadar demokrasi ve otoriterlik tartışmaları çokça yapılmıştır.

Hatta geçenlerde Türkiye’nin de diyalog ortağı olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın katılımları münasebetiyle temsil edildiği ve Çin’in Tianjin kentinde düzenlenen Şanghay İşbirliği Örgütü Zirvesiyle ilgili Garp cephesinden yapılan yorumları incelediğim Batı basınından okuduğumda Şanghay İşbirliği Örgütü üyelerine yönelik Batı dünyasının bakışı ve görüşü beni derin düşüncelere itti.

Uzakdoğu’dan yansıyan havanın Garp cephesinde adeta soğuk duş etkisi yarattığı aşikar iken Şanghay’a yönelik adeta “yeni demir perde” muamelesinin yapıldığını Batı basınında görünce Soğuk Savaş yıllarında Doğu Bloku’na komünizm karşıtlığı açısından bakan Batı’nın şimdi zemini demokrasi-otoriterlik tartışmasına doğru taşımaya çalıştığını görmemek için kör olmak icap eder.

Bir defa şunu belirteyim, demokrasiyi tartışmaya açacak değilim. Platon, Aristo’nun içeriğini tartışmaya açtığı demokrasi felsefesinin, insanoğlu tarafından her çağda yenilendiği , müzakere hedefine dönüştüğü bir gerçeklik varken; günümüz dünyasında nasıl bir aparat olarak kullanıldığına bakmamız ise, kaçınılmaz bir durumdur.

Şu anda söz konusu durum, insanoğlu için, gerekli olan demokrasi ilkelerinin aparat olarak, güçlünün elinde nasıl bir silaha dönüştüğüdür.

Çok uzun zamandır biz, ikili standartlardan bahsediyoruz…

Evet dünya ilkeler sistemi ile yönetilmelidir. Aksi taktirde hukuk, hak, adalet ve vicdan terazisi ortadan kaybolur. Bu da yeni ve sonu görünmeyen facialara kapı açar.

Görünen o ki, Batı demokrasi ilkelerini kendisinin dikta yöntemi için aparata dönüştürme yoluna girmiş durumda.

Sadece çıkarlar üzerinden devletlere, toplumlara ve medeniyetlere bakmak; ikili ve çoklu standartlar ürettiği gibi, demokrasi söylemleri ile yönetimlere baskı kurmak, ilkelerden daha ziyade pazarlık enstrümanı olarak kullanmak, demokratik değerler sistemini sarsmaktadır.

ABD merkezli Batı, kendi menfaatlerine hizmet eden en diktatör rejimler ile masaya oturup anlaşabiliyorsa, anlaşamadıklarını “diktatör” tanımlı baskılara tabi tutarken, elindeki diğer algı aparatları ile kamuoyu oluşturabilir. Böyle bir yöntem, demokrasi diktatörlüğü değil mi?

Öyle ya, ABD merkezli Batı için meselenin diktatörlük olmadığı, esas derdin başka olduğu bütün bu hakikatler bağlamında ortaya çıkmıyor mu? ABD merkezli Batı için esas meselenin kendi emperyalist taleplerine boyun eğmeyen, direnen idarelere karşı demokrasiyi bir öldürücü silah olarak kullanmak olduğu alenen ortadadır.

Bunlara tarihten birkaç örnek sunmak mümkündür: Tito, Saddam, Kaddafi, Mursi vs.

Şimdi bu örnekleri daha detaylı ele alalım. Buyursunlar efendim:

ABD Merkezli Batı’nın Diktatör Dediği Tito Neler Yaptı?

Yugoslavya’nın bir federasyon biçiminde teşkilatlanmasını savunan Tito, rakibi olan Draža Mihailović’i saf dışı bırakıp silahlı Partizan kuvvetlerinden meydana gelen bir ordu kurarak devrim hükûmetinin başına geçti.

Nazi Alman birliklerinin 1941’de Yugoslavya’ya girmesi, çok milletli insan gruplarından meydana gelen ülkenin parçalanmasına yol açtı. Daha sonra Nazi Almanyası’nın Rusya’ya (SSCB) saldırması üzerine, Yugoslavya Komünistleri de Tito başta olmak üzere bir direniş hareketini teşkilatlandırmaya başladı. Tito, Yugoslavya halkını birlik, beraberlik, kardeşlik ve bağımsızlık çağrısı yapan bir bildiriyle ayaklandırdı. Ayaklanmanın hızla yayılması sonucu Yugoslavya’nın yarısı bağımsızlığa kavuştu. Tito ve kendisine bağlı Partizanlar grubu bir anda Yugoslavya’da herkes tarafından tanındı. Almanların yoğun baskılarına rağmen, Partizan grubunun hareket ve fikirleri benimsendi. Tito hareket ve kabiliyetleri yüksek, vatanları için gözlerini kırpmadan canlarını verebilecek işçilerden meydana gelen gerilla tugayları kurdu. Hitler 1943’te Partizan hareketlerinin bu şekilde kuvvetlenmesi üzerine Neretva ve Sutjeska’ya saldırıda bulundu. Tito taraftarı Partizanların bu saldırıda 6000’in üzerinde kayıpları olmasına rağmen, Alman kuşatmasına karşı koyarak geri püskürttüler.

Bu münasebetle ben de Yugoslav/Balkan göçmeni bir aile dostumuzun evine yaptığım bir hasta ziyareti esnasında yaptığımız bir sohbet vesilesiyle Tito’nun farklı inançtan olan insanlara yönelik yaklaşımlarını daha yakın dereceden o dönemle alakalı bilgi sahibi olan aile dostumuzdan dinlemiştim. Sohbet esnasında evin hanımı olan ablamız kendi babasının Yugoslav ordusunda Nazilere karşı savaşan orduda yer aldığını, Tito ile birlikte aynı sofrada yemek yediğini, Tito’nun Müslüman Yugoslav askerlerinin domuz etine karşı duyarlılığını bildiği için Müslüman olmayan diğer Yugoslav askerlerinin yediği gibi domuz etinden yapılma yemek yaptırmayıp Müslüman Yugoslav askerlerinin yemeklerini sığır etinden hazırlattığını, Müslüman Yugoslav askerlerinin hassasiyetlerine saygılı davrandığını belirtmişti. Ama elbette ki Tito yalnızca farklı inançlara sahip askerlerine değil, aynı zamanda vatandaşlarına da aynı hassasiyetle yaklaşırdı.

Tito, ne Batı ne Doğu yaklaşımıyla bağımsız ve bağlantısız bir Yugoslavya anlayışıyla bir dış politika izlemeye çalışmış olup sadece NATO’ya ve Batı Bloku’na karşı mesafeli olmakla kalmamış, Yugoslavya’yı Sovyetler Birliği yönetim biçimine göre şekillendirmek isteyen Josef Stalin’e karşı da direnç göstermiştir. Tito’nun, Yugoslavya’nın bağımsız bir devlet olarak kalmasını istemesi bu anlaşmazlığın başlıca sebebiydi.

Stalin 1953 yılında ölünce, SSCB idarecileri, Tito’ya yeni bir yaklaşımda bulundular. 2 Haziran 1955’te Sovyet Başkanı Kruşçev, Belgrad’ı ziyaret etti ve Stalin’in politikasını resmen kınadı.

Tito, devlet yönetiminde komünist rejiminin ideolojisini kabullenmekle birlikte Komünist Sovyet Rusya karşısında bağımsız bir tutum içine girdi. Bu siyasetiyle Sovyet Rusya’ya, Batı devletlerine ve ABD’ye yaklaştı. Hatta iktisadi, askeri ve mali yardımlar sağladı.

13 Ocak 1953’te Yugoslavya Devlet Başkanı seçildi. Yugoslavya’yı Sosyalist Federal Cumhuriyet hâline getirdi. 1968’de Varşova Paktı’nın Çekoslovakya işgalini kınadı. 1962-70 yılları arasında sık sık Asya, Afrika ve Latin Amerika’ya geziler yaparak Bağlantısızlar Hareketini güçlendirdi. 25 üçüncü dünya ülkesinin bir araya gelip Bandung Konferansı’nın düzenlenmesini sağladı. Bunların Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) nüfuzundan kurtarılmasını başardı.

Tito, 1980 yılında ölünce yerine 1974’te anayasayla kurulan kolektif liderlik idaresi geldi. 1989’da Doğu Bloku’nda görülen yenileşme hareketleri Yugoslavya’ya da sıçradı. 1990’da Yugoslavya’da çok partili düzene geçildi. Çok geçmeden Sırp ve Makedon radikallerin baskıcı, yıkıcı ve faşizan tavırları Yugoslavya’yı kaynayan kazana dönüştürmüştü. Bu süreçte küresel güç odakları senelerdir boyunduruğa sokamadıkları Yugoslavya’nın gırtlağına üşüşmüş, Yugoslavya aleyhine düğmeye basmıştı. Boşnaklar hariç tüm etnik grup silahlandırıldı. Kısa süre sonra Yugoslavya paramparça olmuş, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Makedonya bu ülkeden geriye kalan “küçük güçsüz” devletçikler olarak sahneye çıkmıştı.

Yani ne zaman Tito hayatını kaybetti, O’ndan sonra Yugoslavya sahasında bir daha istikrar falan olmadı.

ABD Merkezli Batı’nın Diktatör Dediği Saddam Neler Yaptı?

Kasım 1969’da Irak Devrim Komuta Konseyi başkan yardımcılığına getirilen Saddam Hüseyin, aynı zamanda kendi kuzeni olan devlet başkanı Ahmed Hasan el-Bekir’e en yakın kişi olarak ülke yönetiminde büyük ağırlık kazandı. 1972’de Iraq Petroleum Company’nin millileştirilmesiyle ilgili çalışmaları yürüttü. Parti içindeki gücüne dayanarak 1976’da el-Bekir’in kalp krizi geçirmesinden sonra onun birçok yetkisini kullanmaya başladı. 16 Temmuz 1979’da, Bekir’in sağlık gerekçeleriyle istifası üzerine onun yerine geçti.

Saddam Hüseyin, ekonomik ve sosyal alanlarda çeşitli politikalar uygulamıştır. 1979 İran İslâm Devrimi sonrası Batı’ya karşı İran’daki yeni rejimin düşmanca tavırlar sergilemesiyle Irak’ın çiçeği burnundaki cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin de Batı dünyasında İran’a karşı meydana gelen aleyhtar havayı kendi lehine dönüştürerek Irak aleyhine yürütülen uluslararası politikaları tersine dönüştürerek Irak’ın uluslararası sistemde kendine tekrar yer bulmasını sağladı. Arka arkaya gerçekleştirilen ihracatlarla petrol gelirlerini kullanarak altyapı projelerine yatırım yapmış, eğitim ve sağlık sektörlerinde önemli gelişmeler sağlamıştır.

Irak lehine esen bu olumlu rüzgarlar sayesinde Irak dinarının değeri yükseldi, çamurdan yapılma evlerden oluşan köyler elektrikle aydınlatıldı, modern okullar, hastaneler mantar gibi yayıldı, Japon arabaları yeni otobanlarda hız yaptı ve biz yaz tatilindeyken ofis binaları yükseldi. Iraklı öğrenciler devlet bursuyla yabancı memleketlere gönderildi ve Irak’ın baş belası durumundaki cehaletle savaşmak için muazzam bir zorunlu okuma yazma seferberliği başlattı. Okuma yazmayı o kadar çok insana o kadar hızlı bir biçimde öğretti ki kalkınmakta olan dünyaya model oluşturarak UNESCO ödülünü aldı.

1980’lerin sonlarına gelindiğinde Irak, bölgedeki en yüksek kişi başına düşen gıda oranlarından birine ulaşmış ve ilköğretime yüksek bir çocuk kayıt oranına ulaşmıştı. 70’lerin sonlarında Irak, kadın okuryazarlık oranını %85’e çıkarmayı hedefleyen başarılı kampanyası nedeniyle UNESCO ödülüne bile layık görülmüştü. Dahası, nüfusun %93’ü sağlık hizmetlerine erişebiliyordu ve yaygın aşılama yoluyla bulaşıcı hastalıkların ortadan kaldırılmasında önemli ilerleme kaydedilmişti.

Ancak işler, tıpkı seneler sonra Ukrayna’yı işgal için kendisine davetiye çıkarılacak ve sonra da Irak gibi uluslararası yaptırım ve ambargolara tabi tutulacak olan Rusya’nın Ukrayna’da yapacaklarını Irak’ın da Kuveyt için yapmasıyla tam tersine dönecek ve Irak, Kuveyt’i işgal öncesi ABD tarafındaki sessizliği işgal için kendisine onay verildiğini düşünerek 1990 yılı Ağustos ayında Kuveyt’i işgal ettiği anda BM öncülüğünde uluslararası ambargo ve yaptırımlara tabi tutulmaya başlanmıştı. Bütün bunlara Saddam Hüseyin’in İsrail karşıtlığı ve İsrail’e karşı fırlattığı Scud yapımı 39 füze de eklenince dünyaya hükmeden Siyonist düzenin etkisiyle çember Saddam ve Irak aleyhinde daha da daraltıldı. İşte bu andan itibaren Irak’ta ekonomik durum bakımından ibreler yere doğru inmiş ve 2003 işgaliyle birlikte Saddam uzaklaştırıldıktan sonra uluslararası ambargo ve yaptırımlar kalksa da ekonomik durum daha da kötüye gitmiştir. Hem de öyle bir kötüye gitmiştir ki Irak halkının büyük çoğunluğu Saddam devrini mumla arar duruma gelmiştir.

ABD Merkezli Batı’nın Diktatör Dediği Kaddafi Neler Yaptı?

1 Eylül 1969’da Libya’nın başına geçen Muammer Kaddafi 16 Ocak 1970 günü yeni anayasa hazırlanınca başbakanlık ve savunma bakanlığı görevlerini üstlendi.

Yönetime geldiğinde İngiliz askeri üstlerini ve birliklerini ülkeden çıkaran Muammer Kaddafi, petrol şirketlerini ulusallaştırdı ve İtalyan, Yahudi azınlığın mal varlığına el koyarak onları göçe zorladı.

Çok daha mühimi ise Kaddafi, Petrol ihraç eden ülkelere (OPEC) tıpkı 2000 yılında Saddam Hüseyin’in yaptığı çağrıdaki tavsiyesi gibi dolar ve euro yerine altın karşılığı satış yapmalarını tavsiye etmişti. Bunun anlamı ise altın karşılığı para basmayan Batılı ülkelerin iflasını istemek demekti.

22 Ağustos 2011 tarihinde BM, NATO ve iktidarına karşıt odaklarca devrilinceye kadar Libya’da söz sahibi olan Kaddafi, arka arkaya hayata geçirdiği uygulamalarla birdenbire Libya’yı uluslararası endekslerde yukarı sıralara doğru tırmandırmaya başladı. Netice itibarıyla 1980’lerin başında Libya’da kişi başına düşen milli gelir İtalya, Singapur, Yeni Zelanda, İspanya ve Güney Kore’den daha yüksekti. Dünyanın en zengin 10. petrol deposu ülkesi olan Libya, petrol üretiminde dünyada 17. sıradaydı. Ürettiği petrol yüksek kalite özellikle İtalyan rafinerileri Libya petrolünü işlemeye ayarlanmıştı. Petrol gelirlerinin %90’ı Libya halkına gidiyordu ve evlenmek isteyen çiftlere devlet tarafından 150 metrekarelik daire veriliyordu. Her aileye de istisnasız aylık o zamanın parasıyla 760 TL para, bir nevi maaş bağlanıyordu. Nüfusun yüzde 25’i yüksek tahsilli üniversite mezunuydu. Kaddafi dönemindeki Libya, IMF veya Dünya Bankası kredisi kullanmamıştı.

Hakeza yine Kaddafi devri Libya’sında su ve doğal gaz zorunlu ihtiyaç olduğu için ücretsizdi ve Libya’da evlerde elektrik bedavaydı. Sağlık hizmetleriyle birlikte eğimin de ücretsiz olduğu Libya’da tüm hastalar ilaçları hiçbir ücret ödemeden alabiliyordu. Ülkenin kendi ulusal bankaları halktan faiz almazken, hiçbir vatandaş vergi vermiyordu. Şaşıracaksınız ama Kaddafi devrilmeden önce dünyadaki en borçsuz ülke Libya’ydı. Eğer ki yurt dışında okumak istiyorsanız da, devlet tüm öğrencilere aylık 1650 avro ‘geri ödemesiz’ burs veriyordu. Bu rakam 2011 yılının rakamları. Şuan ne kadar verilirdi, siz düşünün.

Ama Kaddafi sonrası ülkedeki hastanelerin yüzde 44’ü faaliyet göstermiyor.

Dahası Libya halkı açlıkla, sefaletle, istikrarsızlıkla cebelleşir duruma geldi. Bugün Libya halkının çoğunluğu Muammer Kaddafi dönemini mumla arıyor.

ABD Merkezli Batı’nın Diktatör Dediği Mursi Neler Yaptı?

Mursi, Mısır’da seçimleri kazandığında, başta ABD ve İsrail olmak üzere hedefe konuldu. Zira Mursi Ağustos 2012’de uluslararası düzenin ambargo ve yaptırım uyguladığı İran’a kısa bir ziyaret gerçekleştirmiş, Şubat 2013’te ise dönemin İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad Mısır’a bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Gazze kapısını açan, IMF ile anlaşmaya yanaşmayan, Sina Yarımadasına asker sokan ve uluslararası sistemden izole edilmeye çalışılan İran ile yakınlaşmaya çalışan bir Mısır ve Mursi faktörünün tam da İsrail’in yanıbaşında İsrail’e meydan okurcasına politikalar izlemesi elbette siyonist ve emperyalist baronlarca kabullenilemezdi. Mursi’yi seçimle işbaşından uzaklaştıramayacaklarını anladıklarında en iyi bildikleri yola başvurdular ve bir darbeyle iktidardan indirdiler.

Ve o günden sonra yaşanan süreç, Mısır’ın bugünkü yönetiminin Mursi’den daha iyi olduğu kanaatinde değil, Mursi dönemini arayan Mısırlılar var.

SON SÖZ

ABD Merkezli Batı tarafından dünyanın önüne konan demokrasi, otoriterlik ve diktatörlük kriterleri hiçbir şekilde insan hakları, katılımcılık ve reforma dayalı olmayıp tamamıyla kendi çıkarlarını korumaya dönüktür. Ayrıca demokrasi, otoriterlik ve diktatörlük tanımlarının kime göre ve neye göre yapıldığı oldukça önemli olup ABD Merkezli Batı tarafından yapılan değerlendirmeler üzerinden bir demokrasi, otoriterlik ve diktatörlük değerlendirmesi yapmak insanlığın önüne sağlıklı neticeler çıkarmayacaktır. Zaten ABD merkezli Batı sistemi de kendi düzenini korumak için demokrasiyi ve katılımcılığı bir baskı aracı olarak kullanmaktadır. Böyle yapa yapa da güya koruduğunu, hamisi olduğunu iddia ettiği değerleri de tartışmaya açmaktadır.

Sorun da zaten budur!

Yazar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Başa dön tuşu
×

Bültene Ücretsiz Abone Olun

Güncel yazıları e-posta adresinize ücretsiz göndermemiz için bültenimize abone olabilirsiniz.

Siz izin vermediğiniz sürece e-posta adresinizi asla paylaşmayacağız. Gizlilik politikamızı inceleyin

Gizliliğe genel bakış

Bu web sitesi, size mümkün olan en iyi kullanıcı deneyimini sunabilmek için çerezleri kullanır. Çerez bilgileri tarayıcınızda saklanır ve web sitemize döndüğünüzde sizi tanımak ve ekibimizin web sitesinin hangi bölümlerini en ilginç ve yararlı bulduğunuzu anlamasına yardımcı olmak gibi işlevleri yerine getirir.

Detaylı bilgi için Gizlilik ve Çerez Politikamız sayfasını inceleyebilirsiniz.

Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Makale Arşivi olarak, sizlere değer katacak bilgileri sürekli araştırıyor ve en güncel makaleleri sizinle paylaşıyoruz.
Bu platformu ayakta tutan en önemli destek, reklamlardan elde edilen gelirlerdir. Reklamlarımızı, sizlere en iyi deneyimi sunmak adına, mümkün olan en az rahatsız edici şekilde yerleştirmeye özen gösteriyoruz. Sizden ricamız, bu değerli içeriği sürdürebilmemiz için reklam engelleyicinizi kapatarak bize destek olmanızdır. Desteğiniz, gelişmeleri size ulaştırmaya devam etmemize katkı sağlayacaktır.