YZ ile birlikte
Bölüm 1: Denize Değen Tekerlekler, Kalbe Değen Rüzgâr
Bursa benim doğduğum şehir. Çocukluğumun kestane kokulu sokakları, Uludağ’dan inen serin sabah esintileri, yaz akşamlarında Setbaşı’nda içilen açık çay… Yıllarca bana “Ev dediğin böyle olur” dedirtti. Fakat sonra… sonra Gündoğan geldi.
Ama oraya varmadan önce, gelin size biraz eski Bursa’dan bahsedeyim.
Eskiden Bursa, sokaklarında iğde, çınar ağaçları olan bir şehirdi. Bir sabah pazara gidersin, dönerken üç kişiden “Yeğenim, hele bir uğra” çağrısı alırsın. Fomara Meydanı’nda biriyle buluşacaksan ya saat kulesi ya da Koza Han belirleyicidir. Herkes herkesi tanır ama hiç kimse kimsenin yakasına yapışmaz. Bir şehir değil, büyük bir mahalledir Bursa.
Ama şimdi… şimdi Bursa ikiye bölündü.
Bir yanda hâlâ gölgeli sokaklarında komşuluk yaşatan Eski Bursa, öte yanda alışveriş merkezlerinin gölgesinde “plaza dili”yle konuşan Yeni Bursa. Charles Dickens yaşasaydı, “İki Şehrin Hikâyesi”ni belki de Londra ve Paris yerine Bursa’nın doğusu ile batısı arasında yazardı.
Ve işte tam o geçiş zamanlarında, 33 yıl önce, bir arkadaşımın Gündoğan diye bir yere gitmemi önermesiyle başladı hikâyem.
Haritaya bile zorla sığan, Bodrum’un kenarında minicik bir koy. “Oraya kadar mı gidilir yahu!” dedim içimden. Ama o zamanlar insan “yahu” deyip deyip yine de giderdi.
Klimasız bir arabaya doluştuk. Koltuklar naylon kaplıydı, sırtımız tişörte yapışmış halde, camlar açık ama rüzgâr sadece sağ öndekine değiyor.
Otoyol mu? Hadi canım, yol dediğin duble bile değildi. Susurluk’ta ayran içtik, Milas’ta mazot kokladık, sonra nihayet Gündoğan. Ve işte Gündoğan Otel’in önündeydik.
Arabadan inmeden önce fark ettik: İki teker denizdeydi!
“Denize sıfır otel” tanımını o gün öğrendik. Ve o denize, önce tekerleğimiz, sonra kalbimiz değdi.
İlk yıl İngilizler vardı. Surf tahtalarıyla dolanıyorlardı ortalıkta. Bir minibüse bindik, minibüs dolana kadar bekledik. İçeridekiler İngiliz, konuşmaları net anlıyoruz. Ama şoför Gündoğanlı, bir şey dedi, hiçbirimiz bir şey anlamadık.
“Gelip duru, gidip duru,” dedi biri. “Duru da ne demek?” diye sorduk sonra. Öğrendik ki “geliyor”muş. Ne güzelmiş aslında, ne duru!
Gündoğan’a o yaz aşık oldum.
Ama o yaz farkında değildim: Bu bir aşk mıydı, yoksa Bursa’ya karşı işlenmiş bir yazlık günah mıydı?
Bölüm 2: Kabak Çiçeğiyle Tanışma
Gündoğan’a ilk geldiğimiz yaz günlerinden birinde, otel sahibinin eşi masaya bir tabak koydu. İçinde sarıya çalan narin şeyler… İlk bakışta kızarmış havlu kenarı gibi duruyor. Yanındakiler mest olmuş şekilde yiyor.
Ben temkinliyim.
“Bu ne?” dedim.
“Kabak çiçeği dolması,” dedi kadın.
İçimden geçeni söyleyemedim ama yüzüm açık etti: “Çiçeği mi dolma yapmış bunlar?!”
Bursa’da biz dolmayı asma yaprağından biliriz. Hadi bilemedin biber, patlıcan… Ama çiçek?
Çatalın ucuyla nazikçe dokundum, çünkü dokunsam dökülecek gibi duruyordu. O narinlikteki bir şeyi yemek neredeyse edepsizlik gibi geldi. Ama sonra… Sonrası tam bir aydınlanma.
Ağıza alınca çiçeğin içinden bir şiir çıktı.
İnce bulgur, taze soğan, nane…
Zeytinyağı zaten masadaki güneş gibi parlıyor.
“Bursa bizi yıllarca kandırmış” dedim eşime. “Biz zannediyorduk ki dolma dediğin ya etli olur ya da en kötü zeytinyağlı. Meğer çiçekli olanı varmış!”
O gün Gündoğan bana sadece bir tatil yeri değil, gastronomik bir devrim yaşattı.
Ama işin kötüsü, o çiçeğin sabah çok erken toplanması gerekiyormuş. Güneş tepeye çıktığında pörsüyormuş.
O yüzden otel sahibinin karısı her sabah altıda kalkıp tarlaya gidiyormuş.
“Bu iş gönül işidir,” diyordu.
Gönül… Evet. Gönlüm kaymaya başlamıştı.
Zamanla sadece çiçek dolması değil, başka kelimeler de girdi hayatıma.
“Goca” dediler bana, yaşlıyım diye.
“Yiğenim” dediler, sempatik görünce.
Ve bir gün “Sen artık buralı sayılırsın,” dediler.
İşte o gün, o cümleyle başladı vicdan azabım.
Bursa’da kimse bana “Sen artık buralı sayılırsın” demedi. Çünkü zaten oradaydım, oranın parçasıydım.
Ama bir yere dışardan gelip de “buralı” ilan edilmek, içerde bir şeyleri sarsıyor.
İnsan başka bir yere gönül verince, eskiye bakarken “İhmal mi ettim yoksa ihanete mi girdim?” diye düşünmeden edemiyor.
İşte o yüzden, o yaz ilk defa kabak çiçeği dolmasıyla birlikte bir şüphe yuttum.
Ve sanırım mide onu sindirdi ama kalp sindiremedi.
Bölüm 3: Bursa’nın Gönül Sitemi
Zaman denilen şey tuhaf… Gündoğan’da geçirdiğimiz birkaç hafta bana bir ömürlük hafiflik verirken, Bursa’daki takvim yaprakları kızgınlıkla kopuyor gibiydi.
İlk birkaç yıl “Bursa’ya dönüş” bir nevi tören gibiydi. Arabaya dönerken arka koltuğa bir bidon zeytinyağı, birkaç kavanoz reçel ve deniz kokusu sinmiş havlular konurdu. Ama zamanla valizlerde zeytinyağı azaldı, Gündoğan’da geçirilen günler uzadı ve Bursa… sessizleşti.
Bir gün Setbaşı’nda yürürken fark ettim; Bursa bana artık biraz kırgın bakıyordu.
“Sen yokken buraya iki AVM, üç rezidans dikildi,” diyordu sitemli sitemli.
“Sen Gündoğan’da güneşin doğuşunu izlerken, ben burada sabah sisine boğuldum.”
“Ben sana manolya kokusu verdim, sen beni naylon balkonlarla aldattın!”
Haklıydı.
Bir zamanlar sabah kahvaltısı için geçilen Altıparmak simitçisi gitmiş, yerine karton kahve satan bir zincir gelmişti.
“Ne zaman bu kadar cam, bu kadar beton olduk biz?” diye sordum kendi kendime.
Ama asıl sorun, Bursa’nın değişmesi değildi.
Asıl mesele, onun değiştiğini ben uzaktan, Gündoğan’ın yavaş çekimde sallanan palmiyeleri altından izliyordum.
Bursa sitem ediyordu ama alttan alttan da şunu diyordu gibi hissettim:
“Ben sana kar verdim, sen bana kum getirdin. Ben sana kestane şekeri sundum, sen bana kabak çiçeğiyle geldin!”
Bir gün annemle konuşurken konuyu açtım:
— Anne, dedim. Sence ben Bursa’ya ihanet mi ediyorum?
— Oğlum, dedi. Aldatmak başka, uzaklaşmak başka. Seninki biraz… yazlık kaçamak gibi olmuş.
Ve sonra ekledi:
— Yalnız dikkat et, yaz bitince o kaçamaklar da kalmaz. Geride sadece iki şehir kalır: biri senden bir şey bekleyen, diğeri senden bıkan.
O gün anladım.
Gündoğan’ın bana sunduğu huzur bir tatil huzuruydu.
Ama Bursa’nın sitemi, gerçek bir ilişkideki kırgınlık gibi… derinden ve uzun süreliydi.
Bölüm 4: Gündoğan’ın Değişen Yüzü
Gündoğan’la ilk tanıştığımızda o bir genç kızdı. Hafif utangaç, doğallığıyla etkileyici, biraz mahcup ama içten. Göz göze gelince insanın yüreğini yumuşatırdı.
Küçücük bir koydu o zamanlar. Sahilde birkaç küçük otel, sokakta sabahları simitçi yerine bizzat sabahın kendisi dolaşırdı. Denize girerken ayakkabı çıkarmak gerekirdi; çünkü o deniz ayaklara saygılıydı.
Ama yıllar geçti.
Gündoğan bir sabah uyandı ve artık yalnız değildi.
Yeni gelenler vardı. Oteller, rezidanslar, “denize sıfır havuzlu villa”lar…
Bir zamanlar sabah kahvesi içilen küçük kıraathane, yerini “Latte & Lounge” tabelalı, İngilizce menülü bir yere bıraktı.
Orada artık kahve değil, “espresso bazlı içecekler” içiliyordu.
Ve en kötüsü…
Koya doluşan tekneler. Önce bir tane geldi, sonra iki, sonra yirmi.
Her biri bir diğerinden gösterişli, “Ben buradayım!” diye bağıran yatlar.
Ama o yatlar sadece dikkat çekmedi…
Sintine boşalttı.
O berrak, cam gibi deniz bir sabah yeşilimsi bulanık bir renge döndü.
Çocuklar kıyıya yaklaşan balıklara simit atmaz oldu, çünkü artık o balıklar ya yoktu ya da artık simidi sevmiyorlardı.
Gündoğan, gençliğini tüketen biri gibi yorgun ve makyajlı görünmeye başladı.
Bir sabah yürüyüşünde, sahil boyunca uzanan beton duvarlara baktım.
Eskiden orada sazlıklar olurdu, sabah yürüyüşlerinde ördekler görünürdü.
Şimdi her yerde bir “proje” vardı:
“Gündoğan Suites – Ege’nin İncisi”
“Yat Limanı Manzaralı Yaşam Alanı”
“Dünyayı Bırak, Gündoğan’a Gel!”
Geldik de ne oldu?
Kendime itiraf ettim:
Ben bu Gündoğan’ı tanımıyordum.
Ben o eski Gündoğan’a aşıktım. Sabah denizinin tuzunu içime çeken, köy kahvesinde domates doğrayan o naif Gündoğan’a.
Şimdi o yoktu.
Onun yerine, yüksek duvarlı siteler, rezervasyonla girilen plajlar, ve yalnızca drone ile görüntülenebilen koylar vardı.
Bir akşamüstü otele dönerken eşim “Bugün denize girmesek de olur,” dedi.
Düşündüm…
Evet, artık denizle aramızda o eski kıvılcım yoktu.
Meğer ben sadece Bursa’yı değil, Gündoğan’ı da aldatmıştım.
Hem de onun daha genç, daha doğal halini, yıllar içinde plastik şezlonglara ve havalı brunch’lara değişerek.
Ve böylece, sonunda elimde ne kaldı?
Biri kırgın, diğeri yorgun iki şehir.
Biri içe kapanmış, diğeri dışarıya açılmaktan kendini yitirmiş.
İki şehir, iki aşk, iki hayal kırıklığı.
Bölüm 5: Kalpte İki Şehir
Bazı insanlar kalbiyle mantığı arasında kalır.
Ben kalbimle kalbim arasında kaldım.
Bir yanım hâlâ Setbaşı’nda sabah çayını bekliyor. Diğer yanım Gündoğan’da gün batımını izliyor.
Biri bana “Ben seninle büyüdüm” diyor, öteki “Ben seni genç hissettirdim.”
Biri kestane şekeri, öteki kabak çiçeği dolması.
Biri Uludağ’ın gölgesi, öteki Ege güneşi.
Ve ben, bu ikisinin arasında yıllardır bir köprü olmaya çalışıyorum.
Ama artık o köprüde trafik sıkıştı.
Zamanla yalnızca yollar değil, gönül de tıkanıyor.
Bir sabah Bursa’da, eski mahallemde yürürken bir yaşlı amca yolumu kesti.
— Seni eskiden burada daha çok görürdük, dedi.
İçimden “Ben de kendimi eskiden burada daha çok hissediyordum,” dedim.
Ama sadece gülümsedim ve “Yazları kaçıyoruz biraz,” dedim.
Sanki kaçtığım yazlar değildi de sorumluluklardı.
Sonra bir sabah Gündoğan’da, balkonumda kahvemi içerken bir çocuk, denize uzaktan bakıp şöyle dedi:
— Dalgalar niye kokuyor dede?
“Dede” mi? İlk defa biri bana böyle dedi.
Ama daha çok içimi acıtan, “dalga” değil, “koku” oldu.
Artık iki şehirde de tam anlamıyla ait değilim.
Bursa bana bakıp “Eskisi gibi değiliz,” diyor.
Gündoğan ise gözlerini kaçırıyor, çünkü artık o da kendisi gibi değil.
Kalbim ikiye ayrılmış değil; daha çok iki yerden azar azar eksilmiş gibi.
Sanki bir yanım Bursa’nın giden güzelliklerini özlüyor, diğer yanım Gündoğan’ın artık geri gelmeyecek sadeliğini.
Böylece iki şehirli biri oldum ama aslında biraz da “şehirsiz.”
Geçmişin bir ayağını Bursa’ya, diğerini Gündoğan’a bastım.
Ama gövdem sürekli sallanıyor, çünkü ikisi de aynı yöne çekmiyor artık beni.
Birisi “Hatırlıyor musun?” diyor, öteki “Bak değiştik!”
Ve ben her yaz, birini diğerine tercih ediyormuş gibi hissediyorum.
Tıpkı iki sevgili arasında kalmış bir insan gibi.
Sonunda anladım:
Ben Bursa’yı Gündoğan’la aldatmadım
Kendimi de aldattım.
O yerlerin hep aynı kalacağını sanmışım.
Değişmeyeceklerini, büyümeyeceklerini, kirliliğe ve kalabalığa yenilmeyeceklerini sanmışım.
Bölüm 6: Geriye Ne Kaldı? (Ve Ne Kalmadıysa O Neydi?
Her şey değişiyor.
Bunu 70 yaşını geçince daha iyi anlıyor insan.
Yalnız şehirler değil, insanlar da değişiyor. Düşünce tarzları, yürüyüşleri, sabırsızlıkları bile başka oluyor.
Eskiden bir yerlere varmak için yola çıkardık.
Şimdi yolun kendisi bir varış hâline geldi.
Bursa’ya gittiğimde artık eskisi gibi telaşla çarşıya koşmuyorum.
Gündoğan’da da her gün denize girmiyorum.
Sanki iki şehirle de barış imzalanmış ama büyükelçilikler kapanmış gibi.
Zamanla anladım ki mesele aldatmak değilmiş.
Mesele zamanla birlikte şekil değiştiren bağları kabul edebilmekmiş.
Bursa hâlâ orada. Yorgun ama asil.
Kendini betonun içine saklamış ama hâlâ bir yerler manolya kokuyor.
Uludağ hâlâ dimdik duruyor, hem kışın hem hatıralarda.
Gündoğan hâlâ orada. Makyajlı, biraz plastik ama hâlâ bir sabah varsa, hâlâ o sabahın rüzgârı yüzüme değiyorsa, bir şeyler sürüyor demektir.
Deniz eski değil, ama ben de eski değilim zaten.
Artık içimdeki iki şehir kavga etmiyor.
Çünkü biri geçmişim, biri hayalim.
Geçmişe sadık kalırsın, hayale ihanet etmezsin.
Gerçek hayat, bu ikisinin arasında denge kurmakla geçiyor zaten.
Bir gün bu hikâyeyi torunuma anlatacağım.
“Biliyor musun?” diyeceğim. “Bir zamanlar ben Bursa’yı Gündoğan’la aldattım.”
Gülecek belki. “Şehirle aldatma mı olurmuş!” diyecek.
Ben de “Olur,” diyeceğim. “Bazı şehirler bir insana, bazı insanlar bir şehre benzer. Ve bazen… ikisi de seni aynı anda bırakmaz.”
Sonra ona Bursa’yı anlatacağım. Setbaşı’nı, Ulu Camii’yi, sabahları iğde kokan sokakları…
Sonra Gündoğan’ı anlatacağım. O tekerleği denize değen yolu, sabah erken toplanan kabak çiçeklerini, denizin rengi değişmeden önceki günleri.
Ve en sonunda şunu söyleyeceğim:
“Kendini bir yere ait sanırsın ama aslında ait olduğun yerler seni birbirine benzetir. Ve bazen… sen de o yerleri birbirine benzetirsin. İşte o zaman, geriye ne kaldı diye sorarsın.
Ve cevabı çok sade olur:
Anılar kaldı. Kirlense de değişse de betonlaşsa da…
Çünkü zamanla sadece şehirler değil, hatıralar da silikleşir.
Ama bir kabak çiçeği dolması, ya da Setbaşı’nda içilen bir çay… bazen her şeyin özeti olur.”
Makaleye Yorum Yaz Rastgele Makale Getir
Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin
En son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için ücretsiz abone olun.