Köşe Yazıları

Yüzyıllık Yanılgı..

Ali Şeriati’nin bir kitabının ismi idi: “Bir Önünde Sonsuz Sayıda Sıfırlar.….0000000000000001”

Eğer sıfırlar 1’in önüne geliyorlarsa ne kadar çok olurlarsa olsunlar hiçbir değere isabet etmezler. Eğer sıfırlar, 1’in ardında iseler o zaman 1’le birlikte sayıları arttıkça kıymetleri de katlanır. Kitap yanlış hatırlamıyorsam sayıları neredeyse 2 milyarı bulan Müslümanların kendilerine değer katabilecek “BİR”lerinin olmadığından şikâyet ediyordu.

Aksa Tufanı Operasyonun ardından 57 tane oldukları iddia edilen Müslüman toplumların devletlerinin dünya siyaseti üzerindeki ağırlıklarının tam da bu 1’in önündeki sıfırların hükmünde olduğunu gördük.

Makale Devam Ediyor

Hâlbuki büyük yenilgiden (1. Dünya Savaşı) hatta daha öncesinden beri son 100-150 yılı, içine düştüğümüz  “yenilgi haline son vermek”, “Muasır Medeniyetler Seviyesine Çıkmak”, “Çöküşü Durdurmak” ve Batılı sömürgeciler karşısındaki acizliğimize, çaresizliğimize çözüm arayışları ile geçirdik. Eğer bu acizliğin çaresini bulabilirsek Batılı sömürgeciliğe dur diyebilir, Millet olarak varlığımızı koruyabilir, kaynaklarımızın sömürülmesine engel olabilir, nesillerimizin bize yabancılaşmasını durdurabilirdik.

Çözüm elbette zengin ve güçlü olmaktan geçiyordu.

Zengin ve güçlü olmak için üretebildiğimiz çözüm önerileri arasında teknoloji ile donatılmış büyük ordular kurmak, bizi geri bırakan geleneklerimizden kurtulmak, akla engel olan dinimizde(?) reform yapmak, nesilleri BATILI müfredatla yapılandırılmış eğitim politikaları ile yeniden formatlamak ve bilim üretebilecek insanlar yetiştirmek, sanayi bölgeleri kurmak, erkek gibi kadını da sanayinin hizmetine sokmak, bunun için köylü sınıfı azaltmak kentli nüfusu artırmak, şehirlileşmek, teknoloji üretmek üretemezsek sahip olmak, madenlerimizi, limanlarımızı, denizlerimizi kendimiz işlemek gibi seçenekler vardı.

Bizim kanaatimize göre bu projelerin hemen hiçbirinde başarısız olmuş değiliz.

Bu 57 ülkenin içinde,

Türkiye, Mısır, Pakistan, İran, Endonezya gibi ülkeler kurdukları büyük ve modern orduları ile dünyanın sayılı orduları arasındalar. 

Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, BAE, Kuveyt, Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Irak, Libya, Nijerya gibi ülkeler topraklarının petrol ve doğal gaz denizi üzerinde yüzüyor olmasını değerlendirerek –halklarını olmasa bile- YÖNETİCİLERİNİ dolar denizinde yüzdürebildiler.

Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Nijerya, Nijer, Libya, Fas, Cezayir, Afganistan, Türkiye gibi ülkeler başta ALTIN, petrol, doğalgaz, uranyum olmak üzere nice değerli madenin üzerinde oturduklarını keşfettiler.

Türkiye ve İran gibi İHA ve SİHA üretiminde dünya liderleri, Pakistan gibi NÜKLEER silah üreticileri bile çıkardılar.  

ADAM yetiştirebilmek için, her biri ayrı ayrı “Eğitim Reformu” üzerine eğitim reformları yaptılar. Herkese okumayı yazmayı öğrettiler. Binlerce üniversite kurdular. Yetişsinler, bilim üretsinler, ülkelerine dönüp yeni nesiller yetiştirsinler diye milyonlarca hatta on milyonlarca öğrencilerini Batı’ya, Batı Üniversitelerine gönderdiler. Bunların arasından, alanlarında dünyanın en seçkin profesörleri en uzman araştırmacıları hatta NOBEL alanları çıktı. Batılı ülkelere bakan, BAŞBAKAN

 olanları bile oldu. Silicon vadisi gibi marka olmuş, dünyanın her tarafına yayılmış Batı tandanslı yazılım sektöründe en üst mevkilere tırmanabilen bir sürü yazılımcı çıkarmayı başardılar.

Nesillerin Batılılaştırılması projeleri de çok başarılı oldu. Türkiye gibi birçok ülkede öyle bir noktaya geldi ki, yeni nesillerin büyük çoğunluğu dışardan bakıldığında kökleri ile hiçbir bağ kurulamayacak kadar BATI ile özdeşleştiler.

Kadın sanayiye girdi. Bazı ülkelerde kadın çalışan oranı erkek çalışan oranını yakaladı. Bu ülkelerde toplum BABA erklilikten, kadının yönettiği ve yönlendirdiği, çocukların kadının olduğu KADIN erkli yapıya büründürüldü.

Özellikle zengin Arap ülkeleri Modernlikte Batılı ülkelerle yarışır hale gelebildiler. Hatta bazı Batılı ülkeleri geçtiler.

Bu ülkelerin pek çoğunda “Geleneğin” ve “İslam’ın”,  “GERİ BIRAKAN”, “Akıl Dışı”(?) etkisini yok etmek için, İslam Hukuku hayatın tüm uygulamalarından sökülüp atılarak faiz ve rantiyeye (kiraya) dayalı ekonomi desteklenerek Şeriatın etkisi minimuma indirildi. İslam, kanunlarla öylesine ezildi ki, Türkiye gibi %99’u Müslüman olduğu söylenen bir ülkede dahi namusu, şerefi, iffeti dışlayan, eşcinselliği ve gayrı meşru ilişkileri meşrulaştıran Avrupa Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi) gibi bir metin kolaylıkla imzalanabildi. Hatta bu konuda ilk ülke olundu.

Yani zenginlikse zenginlik, adamsa adam, bilimse bilim, çağdaşlaşma ise çağdaşlaşma, modernlikse modernlik, teknoloji ise teknoloji… Hepsi var.

Ancak tüm bunların dünya siyaseti üzerindeki etkisi, küresel politikalara müdahil olma gücü ne yazık ki, “Bir Önündeki Sonsuz Sayıdaki Sıfırların Değerine” neredeyse eşit. Yani yüzyıl boyunca giriştiğimiz hamleler, harcadığımız kaynaklar, ürettiğimiz çözümler ve verdiğimiz emeğin ulaşabildiği etki seviyesi neredeyse YOK hükmünde.

Nitekim bu YOK HÜKÜMÜNDEKİ durum nedeni ile BM’ye üye olan 193 ülkeden -bu 57 ülkenin de içinde bulunduğu- 147 ülke Filistin’i tanıdığı halde bu tanımaların uluslararası politika ve hukukta hiçbir karşılığı olmamakta.

Ancak bundan daha kötü bir durum daha var:

Cendereden çıkmak için üretebildiğimiz zenginlikler, dolarlar, eurolar, altınlar, gümüşler küresel tefecilerin ya da sömürgecilerin bankalarına aktığı, oralarda biriktiği için bize fayda vermek yerine mevcut sömürgeci kapitalist sistemi güçlendiriyor ve onu ayakta tutmakta kullanılıyor. Bu bizi daha da cendere altına sokarken, sistemi güçlendiriyor. Yani ürettiğimiz zenginlik bize değil emperyalizme yarıyor.

Üstelik mesele sadece maddi varlıkların artması ile ortaya çıkan bir mesele de değil; “Batılılar gibi çağdaş” olsunlar diye yetiştirdiğimiz çocuklarımıza “muasır medeniyetler seviyesine çıkmayı” öğütlerken kafadan kendilerinin aşağıda, geri ve geride olduklarını, Batının üstün, gelişmiş, zeki, akıllı ve daha yüce olduğunu da zihinlerine kazımış oluyoruz. Dolayısı ile “hiç de sürpriz olmayan bir şekilde“ bu çocuklar Batı karşısında aşağılık kompleksli, ezik, güvensiz, özentili, taklitçi, şahsiyet sorunu olan tiplere dönüşüyorlar. Yetiştikçe sağcı, solcu, ülkücü, muhafazakâr, dindar fark etmeden bize/kendine yabancılaşıyor emperyalizmin hizmetine girerek “Ruhen ve kalben bizim yanımızda olsalar da” fiziki olarak karşı cepheye çalışmaya onu güçlendirmeye başlıyorlar. Yani adam yetiştirdikçe de topraklarımızdaki emperyalizm güçleniyor.

Modernlik ve teknoloji de hayatımıza girdikçe kültürel ve yerel kimliğimiz yok olurken nesillerimiz gittikçe daha kişiliksiz daha nötr daha queer kimliklere dönüşüyor. Üstelik bu arada borçlarımız da artıyor. Bu durum küresel sömürünün önünde direnen toplumların direncinin her nesilde biraz daha kırılmasına ve tam teslimiyete doğru yol almasına neden oluyor.

Eğitimin yaygınlaştırılması ve eğitimde elde edilen başarılar da sömürgeciliği sorgulayan bilinci ve direnci beslemiyor. Tam aksine eğitimde elde edilen başarı arttıkça şuur ve aidiyet duygusu kaybı yoğunlaşırken küresel sömürgeciliğe ve kültürel asimilasyona teslimiyet artıyor. Sonuçta en basit durumları bile sorgulamaktan aciz, sindirilmiş, devşirilmiş; kendine, topluma ve tarihine yabancılaşmış, ahlaki zeminini kaybetmiş, menfaatperest, hedonist, KULLANIŞLI aparatlar toplumu ortaya çıkıyor.

Yani biz ne kadar çok zenginlik üretirsek esaretimiz de o kadar artıyor, gibi bir can sıkıcı durumla karşı karşıyayız.

Daha da kötüsü,

Gördük ki toplumlarını dış sömürgenlere karşı korumak için teşkil edildiğini düşündüğümüz “bizim” dediğimiz DEVLETLER Müslümanların başında duran, onları kontrol ve gözetim altında tutan BATININ başımıza diktiği bekçilermiş. (Netanyahu’nun Müslümanların yaşadığı ülkelerin yöneticilerini kastederek savaşın başında “koltuğunuzu korumak istiyorsanız susun ve seyredin” emrini hatırlatırım.) Dolayısı bu devletler güçlendikçe sömürü, mağlubiyet ve güvensizlik hissi azalmadığı gibi korku, sindirilmişlik, ahlaki sorunlar ve güvensizlik hissi artıyor.   

Yani esaretten ve yenilmişlik psikolojisinden kurtulmak için ürettiğimiz çözümler, çözüm olmaktan çok uzak. Bir dolap beygiri gibi sürekli başladığımız yere döndüğümüz fasid bir daire etrafında dönüp duruyoruz. 1

100-150 senelik süreç içinde, etrafında dönüp durmaktan kendimizi kurtaramadığımız bu kısır döngü toplumlarımızın üzerine çöken ümitsizliğin ve karamsarlığın sebebini sanırım izah ediyordur.

Bu hali ile Müslümanlar iddialarının aksine mustazafların (sömürülen, aşağılanan, ezilen, horlanan kesimlerin) ümidi olmaktan çok uzaklara düşmüş durumda.

İki Milyar sıfırın önündeki bir:  Filistin

Tam da bu ümitsizlik karabulutun ortasında parladı FİLİSTİN cihadı (Hamas, İslami Cihad ve diğerleri).

Dünya üzerinde milyarlarca dolar harcanarak yapılamayacak etkiyi neredeyse hiç para harcamadan yaptılar.

Dünya sekenesinde düzenlenecek binlerce kongrenin, sempozyumun, nutuğun veremeyeceği bilinci ve şuuru toplumlara verdiler.

Yeryüzündeki tüm nükleer silahların, uçak gemilerinin, savaş uçaklarının, İHA’ların, SİHA’ların, tankların, topların gücünün yetmeyeceği kadar açığa çıkardılar Siyonist çeteyi ve cibilliyetlerindeki terbiye edilmemiş vahşiliği.

Yüzlerce yılın birikiminden daha fazla itibarsızlaştırdılar toplumları yöneten Siyonist çetenin yerel uşaklarını.

Kurulmuş binlerce üniversitenin, milyonlarca eğitim kurumunun dersini veremediği şerefin, izzetin, onurun, haysiyetin ve hürriyetin dersini verdiler ezilmiş mustazaflara.

Dünyanın tüm yenilmişleri, itilmişleri, kaybetmişleri Meksika’dan Japonya’ya, Columbia Üniversitesinden İsviçre Lozan Üniversitesine, Viyana sokaklarından Londra’nın Caddelerine kadar her yerde KAHROLSUN dediler emperyalizme.

Egemenlerce yasaklanmasına rağmen Batılı Sömürgeciliğin kalbi sayılabilecek Londra’da, Paris’te, Münih’te, Washington’da, Roma’da, Lizbon’da, Kopenhag’da yüzbinler sokakları “Filistin, Filistin” diye inletti.

Kariyerlerine MAL olma ihtimaline, SİYONİST çetenin gücünü bilmelerine rağmen ÜNLÜ sanatçılar, politikacılar, askerler, edebiyatçılar, romancılar, şarkıcılar, sporcular FİLİSTİN dediler, KENDİ menfaatlerinden vaz geçmeyi göze alarak.  

Yeryüzünde en çok sallanan bayrak oldu, Filistin Bayrağı.

En çok gözyaşı da onlar için döküldü.

Topu topu 10-12 bin mensubu sadece 3-4 bin kişilik mücahidi olan HAMAS ve ona destek verenler, nüfusları 2 milyarı bulmasına rağmen 57 ülkeden daha fazla dünya politikasını etkiledi. Hatta iddia edebiliriz ki, şu an tüm dünya sekenesinde kurgulanan oyun üzerinde BM’den bile daha fazla etkiye sahipler.

Peki, neydi dinli ya da dinsiz kalabalıkları kendine meftun eden, büyüleyen, ardına takıp sürükleyen?

57 ülkenin 150 senedir yapıp edip başaramadığı neyi, nasıl ve hangi alatla başardılar?

Müslüman dünya, bu soruyu cesaretle ve dürüstçe cevaplayabilirse, belki de içine düştüğü bu büyük cendereden, bu büyük ÇIKMAZDAN çıkmanın yolunu da bulabilir.

Dikkat edilirse, Filistinli annelerin şehid olsun diye, ŞAHİD olsun diye, İZZET ve ŞEREF sahibi olsun diye doğurdukları “Ölümden Korkma” diyerek büyüttükleri çocuklar; bizim annelerimizin zengin olsun diye, güçlü olsun diye, bilim adamı olsun diye, bakan olsun, doktor, mühendis, hâkim olsun diye, ayakları üzerinde dursun, kimseye muhtaç olmasın, iyi yaşasın, bir eli bir yağda bir eli balda olsun diye doğurdukları, “sakın belaya bulaşma” diye büyüttükleri çocukların hiçbir kıymet görmedikleri yerde; saygınlık, şeref ve ONUR içinde başları dik, göğüsleri ilerde, EN ÖNDELER.

Nitekim bu gençlerle İslam dünyası DEĞER kazanıyor. Alın onları İslam dünyasının içinden, geriye en iyi hayali Batılı şirketlerde iyi bir iş kapmak olan koca bir sıfırlar kümesi kalıyor.

Bu izzet sahibi gençleri, bu Şehid olmayı bilen, bu dünyaya tamah etmeyen, her ne şart altında olursa olsun, izzetsiz de şerefsiz de namussuz da yaşanır demeyen gençleri, sadece İslam dünyasının halkları değil, dinli dinsiz, Yahudi, Hristiyan, Budist, deist, zengin, fakir tüm DÜNYA halkları saygı duruşunda ayakta selamlıyor.

Bütün dünya bu kapitalist (paraya tapar), bu güce, konfora, lükse, gösterişe tapan; bu bireyselliğe, özgürlüğe, kendi menfaatine ve aklına tapan, bu riyaya, bu bilime, bu bilgiye, bu silahlara, bu paraya ve bankacıların dünyasına tapan dünyada; kardeşliğe, dostluğa, kader ortaklığına, fedakârlığa, sadakate, imana, Allah’a, izzete, şerefe, namusa, iffete, aşka, aileye inanan ve ÖLÜMÜN yüzüne gülümseyen insanlara hayranlık saygı ve hürmet besliyor.

Kalpleri onlar için atıyor.

Bu durum, bu fasid çemberin bu çıkmaz döngünün içinden nasıl çıkılacağını göstermiyor mu bize?

Belki HAMAS’In, Emperyalist küreselci seçkinleri bunca öfkelendirmesi, onu yok etmek için bütün gücü ile üzerine yüklenmesi… Belki de bütün bu katliamın sebebi budur.

Belki 150 yıldır aradığımız çözüm, güçlü ve zengin çocuklar doğuran annelerde değil; HAKKA  şahitlik  etmeyi dünya hayatından daha çok seven, HAKKIN hatırını üç kuruş dünya menfaatine değişmeyen çocuklar doğuran annelerdedir.

Zira İSLAMIN zemini güç ve zenginlik üzerine değil HAK üzerine serilmiştir.

Kaynak

  1. Yusuf Ziya Bey hatırlattı:
    “Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.”
    Birisi: “Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi.
    Rasûlullah (asm), “Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çerçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.” buyurdu.
    Yine bir adam: “Vehn nedir ya Rasûlullah?” diye sorunca:
    “Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir.” buyurdu. (bk. Ebu Davud, Melahim, 5) ↩︎

Yazar

Bir Yorum Yazın

Başa dön tuşu