KültürSanat

Objektivizm ve Subjektivizm Arasındaki Mimarî ve Toplumsal İlişkiler

Objektivizm ve subjektivizm arasındaki mimarî ve toplumsal ilişkilere göz atacak olursak hem felsefî hem de estetik anlamda oldukça derin bir ilişki önümüze çıkacak olup, bu ilişkiyi hem mimarlık hem de toplum düzleminde aşağıda yapacağımız kapsamlı bir değerlendirme ile ele almaya çalışalım:

🔹 1. Kavramsal Temel Objektivizm (Nesnelcilik) ve Subjektivizm (Öznelcilik)

Objektivizm, gerçeğin insan bilincinden bağımsız olarak var olduğunu ve bilginin akıl yoluyla elde edilebileceğini savunan bir görüş iken mimarlıkta nesnel ölçütler, işlevsellik, rasyonel planlama ve evrensel doğrulara yönelim anlamına gelmekte olup toplumda evrensel ahlaki, bilimsel veya estetik değerlerin herkes için geçerli olduğu fikrini beslemektedir.

Subjektivizm, bilginin ve değerlendirmenin bireyin algısına, duygularına, kültürüne ve bağlamına göre değiştiğini öne sürmekte olup mimarlıkta subjektivizme dair kullanıcı deneyimi, duygusal etki, yerel kültür ve bireysel ifade ön plana çıkarken toplumda ise subjektivizme dair ise değerlerin göreceli olduğu, hakikatin bireysel veya toplumsal bağlama göre şekillendiği düşüncesi hâkimdir.

Ev bir zamanlar sahip olduğu aile yuvası anlamını yitirmiştir. Apartman dairesi böyle bir tavırla çok suçlanmıştır ve suçlanır. Bu anlam yitiminin mimari bir sorun olduğu çok konuşulmuşsa da, söz konusu tartışmanın yapılması çok faydalı olmayacaktır. Nedeni gayet açık:

Anlamını yitiren şey, evin hangi biçimde tasarlanırsa tasarlansın mimari bünyesi değil, ailenin ve bireyin konutla özdeşleşmesi denebilecek toplumsal stereotipin yıkılışıdır. Ama anlam yitimi kaygısı burada da duyulur. Vahim boyutlardadır ve söz konusu arızayla baş etmenin unutmaktan başka çözümü yoktur. Nedenin bu olduğunu kanıtlayan çok ciddi bulgular vardır ki o bulgulardan biri geleneksel Türk-İslâm eviyle modern ev anlayışı arasında uçurumlaşan farklardır.

Geleneksel Türk-İslâm evleri tam bir aile yuvası hüviyetine sahipti. Çünkü geleneksel Türk-İslâm evinde — ister Anadolu’daki ahşap konaklar, ister Osmanlı şehirlerindeki iç avlulu evler olsun — mimarî, aile merkezli bir hayat felsefesi üzerine kuruluydu.

Mahremiyet ilkesine dayalı mekânsal düzen (haremlik-selamlık, iç avlu), kuşaklar arası birliktelik, ev ile doğa arasında geçirgen ilişki: bahçe, avlu, açık-sofa, gökyüzüyle temas gibi aile bireylerinin bir arada yaşadığının göstergesi olan faktörler, yemek, el işi, sohbet, misafir ağırlama gibi toplumsal etkileşim alanları gibi ev içi üretkenliğe dair alametler, geleneksel Türk-İslâm evinin taşıdığı genel özelliklerdir.

Yani kısaca şunu diyebiliriz ki ev, yalnızca barınma değil; aidiyet, maneviyat ve kimlik üreten bir mekândı.

Bir anlamda “yuva”, bireyin içsel ve toplumsal güvenlik alanını temsil ediyordu.

Gelgelelim sanayileşme ve şehirleşme ile birlikte, özellikle 20. yüzyıl ortalarından itibaren apartman tipi konutlar yaygınlaştı ve mekanlarda rasyonelleşme hâsıl oldu. Bu dönüşüm, sadece fiziksel değil, sosyolojik bir kopuş yarattı.

Değişen Unsurlar:

Mekân küçüldü → Kuşaklar ayrıldı; çekirdek aile modeli yaygınlaştı.

Yataydan dikeye geçiş → Komşuluk ilişkileri zayıfladı, bireyselleşme arttı.

Ev üretimden tüketime dönüştü → Ev, artık “yaşanan” değil, “konaklanan” bir yer oldu.

Mekânsal anonimlik → Her daire birbirine benzedi; kimliksiz, ruhsuz mekânlar oluştu.

Sonuç olarak apartman, rasyonel şehir planlamasının bir sonucu olarak doğsa da, evin “yuva” anlamını törpüledi. Elbette ki apartmanın ortaya çıkışının sonuçları yalnızca bununla da sınırlı kalmadı. Her ne kadar apartmanın modern bireye konfor, güvenlik ve kolaylık sağlama gibi avantajları olsa da, apartman sayesinde “ev” bir sığınak olmaktan çıkıp, mülk ya da metrekare hesabına indirgenmiş bir nesneye dönüştü.

Bu bağlamda:

Mekânın maneviyatı → yerini mekânın metalaşmasına bıraktı.

Aile içi ilişkiler → mekân darlığı ve zaman baskısı altında daraldı.

Kültürel ritüeller (sofra, misafirlik, bayramlar) → apartman yaşamında sınırlandı.

Ev, artık “aile kimliğini biçimlendiren yer” değil, “şehirde barınma birimi” haline gelmiştir.

Mimarlığın toplumsal davranış üzerindeki etkisini açıkça gösteren apartmanlaşma ile Mimarî biçim → sosyal biçimlenmeyi belirler.

Kat planı → aile içi iletişim biçimini etkiler.

Yapı yoğunluğu → toplumsal mesafeyi artırır.

Ortak alanların eksikliği → sosyal yabancılaşmayı derinleştirir.

Dolayısıyla şunu diyebiliriz ki:

“Apartman, modern bireyin barınağıdır; fakat çoğu zaman ruhunun mezarına dönüşür.”

Evin yuvalık anlamını kaybetmesi, sadece mimarî bir dönüşüm değil; toplumsal değerlerin, aidiyetin ve manevî bağların çözülmesi anlamına gelmiş ve ev, modern şehir açısından artık:

Yalnız bireylerin geçici konaklama yeri, tüketim nesnesi ve sosyal izolasyon mekânı hâline gelmiştir.

Ancak hâlâ umut vardır:

Yeni mimarî arayışlar (eko-mimarlık, mahalle tipi tasarımlar, ortak avlulu yapılar) bu “yuvalık duygusunu” yeniden inşa etme çabasındadır.

🔹 2. Mimarî Düzlemde İlişki ve Objektivist Mimarlık Yaklaşımı

•20.yüzyıl başındaki Modernizm objektivist anlayışın mimarîdeki karşılığıdır.

•Le Corbusier’nin “makine gibi ev” anlayışı, nesnel ve rasyonel düzeni simgeler.

Geometri, oran, ölçü, işlev, teknoloji ve evrensel form gibi kavramlar merkezde yer alır.

•Toplumsal hedef insan hayatını “akılcı” biçimde düzenleyerek ilerleme sağlamaktır.

🔸 Sonuç olarak toplumsal düzende düzen, disiplin ve planlamaya dayalı bir bütünlük amaçlanır; ancak bireysel duyarlılıklar arka planda kalır.

Subjektivist Mimarlık Yaklaşımı

Postmodern dönemde mimarlık öznel, yerel ve çoğulcu bir hâl almıştır. Robert Venturi, Charles Jencks gibi isimler “çok anlamlılık” ve “ironi” kavramlarını ön plana çıkarmıştır. Mekân artık yalnızca işlevsel değil, duygusal, kültürel ve anlatısal bir değer taşır.

Kullanıcının deneyimi, yerin ruhu (genius loci) ve toplumsal kimlik öne çıkar.

Sonuç olarak toplum, çeşitliliğiyle ve farklı kimliklerin ifadesiyle değer kazanır; fakat ortak estetik ya da ahlaki zemin zayıflayabilir.

🔹 3. Mimarî-Toplumsal Bağlamda Denge Arayışı

Gerçek anlamda sürdürülebilir bir mimarî kültür, bu iki uç arasında bir denge kurmak zorundadır.

Objektif ilkeler; yapı güvenliği, iklimsel uygunluk, toplumsal ihtiyaçların karşılanmasıdır.

Subjektif boyut: mekânın kimlik kazandırması, estetik doyum sağlaması, insan ruhuna hitap etmesi.

Dolayısıyla şunu diyebiliriz ki;

“Mimarlık, nesnel aklın ürünü olduğu kadar, öznel duyarlılığın da ifadesidir.”

🔹 4. Günümüz Yorumu

Bugün katılımcı mimarlık, yerel mimarî, ekolojik tasarım ve kültürel sürdürülebilirlik gibi kavramlar, objektivizm ile subjektivizmin sentezini temsil eder.

Toplum, yalnızca rasyonel planlarla değil, duygusal ve kültürel bağlarla da inşa edilir.

Mimar, hem bilim insanı hem de sanatçıdır: Akılla tasarlar, duyguyla biçim verir.

Sonuç olarak objektivizm toplumsal düzeni kurar, subjektivizm toplumsal anlamı üretir.Mimarî ise bu iki gücün — akıl ve ruhun — somutlaştığı sahnedir.

Sanat ve mimarlık ürünlerini anlama imkânını neredeyse yitirdiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Bu durum, yalnızca estetik bir kriz değil, aynı zamanda felsefî bir yönelim bunalımıdır. Çünkü sanatın ve mimarlığın anlamını kavramak, büyük ölçüde objektivizm (nesnellik) ile subjektivizm (öznellik) arasındaki dengeye bağlıdır.

Objektivizm: Evrensel Ölçütlerin Arayışı

Objektivist bakış, sanatın ve mimarlığın değerini, insanüstü ya da evrensel ilkelere göre belirlemeye çalışır.

Klasik mimaride bu ilke oran, simetri, düzen ve uyum gibi ölçütlerle ifade edilmiştir.Sanat eserinde ise gerçeklik, ideal güzellik ve biçimsel tutarlılık ön plandadır.

Objektivizme göre bir yapı, bir tablo ya da bir heykel; bireysel duygulardan çok, insanın aklıyla kavrayabileceği bir evrensel düzene işaret eder.

Bu nedenle, Rönesans’ın ya da Osmanlı klasik döneminin sanat ve mimarlık ürünleri, yalnızca dönemin değil, insanlık ideallerinin de ifadesi olarak anlaşılır.

Subjektivizm: Bireysel Algının Hakimiyeti

Modern çağla birlikte bu nesnel temeller yerini subjektivizme, yani bireyin duygu, deneyim ve yoruma dayalı bakışına bırakmıştır. Sanat, artık “güzel” olanı değil, “hisseden” özneyi merkeze alır. Mimaride işlevselcilik, biçimin yerine kullanıcının deneyimini koyar.

Bu yaklaşım, bir anlamda özgürleştiricidir; çünkü herkes kendi yorumunu yapabilir. Ancak diğer yandan, ortak anlam zeminini de ortadan kaldırır. Böylece sanat ve mimarlık, herkes için bir şey ifade etmeyen kişisel göstergelere dönüşür.

Anlama İmkânının Yitimi

Bugün mimarî eserler ya da sanat ürünleri karşısında duyulan yabancılaşma, işte bu objektif ve subjektif kutuplar arasındaki kopukluktan doğar. Ne evrensel bir estetik ölçü kalmıştır, ne de bireysel yorum gerçekten derinlik kazanabilmektedir.

Kitle kültürü, sosyal medya estetiği ve hız çağının yüzeyselliği; hem sanatçıyı hem alımlayıcıyı anlamın yerine imajı koymaya zorlar. Sonuçta sanat ve mimarlık, birer “beğeni nesnesi”ne indirgenir, düşünsel derinliğini yitirir.

Halbuki epey uzak bir geçmişte böyle bir sorun yoktu. O sorunu fark etmek için Rosario Assunto’nun çok önemsediğim ve sık alıntıladığım ifadesiyle “Ortaçağ objektivizminin karşısında modern sübjektivizm”den söz etmek gerekir. Bunun anlamı şu: Modern öncesi dünyada sanat yapıtlarını anlamak kişiden kişiye değişmeyen, neredeyse sabitlenmiş bir değerlendirme ölçütleri ve konvansiyonlar dizgesiyle mümkündü. Bir Gotik katedralde vitrayları veya heykelleri deneyimleyen özne, onların ne olduğunu içinde konumlandığı toplumsallıkta yaşayarak öğrenirdi. Öğrendikleri, ait olduğu o toplumda (yerde ve zaman aralığında) herkes ya da hemen herkes için ortak bir değerler ve anlamlar dünyası içinde tanımlıydı. Katedralin cephesindeki heykellerin kimlere ait olduklarını bilirdi. Onların neden saygın ve kutsal olduğu konusunda deneyimleyenin bir kuşkusu yoktu. Sanat bilgisi objektif bir yargılar seti oluşturuyordu. Kucağında bebek taşıyan bir kadının İsa ile Meryem’den başka bir ana-oğul olamayacağı, atı üzerinden bir ejderhayı mızraklayan adamınsa Aziz George olacağı kesin bir bilgiydi.

Uzun lafın kısası günümüzün en büyük estetik sorunu, objektivizmle subjektivizm arasındaki dengenin kaybolmasıdır.

Sanatı anlamak için, ne yalnızca bireyin duygusuna, ne de yalnızca aklın ölçüsüne yaslanmak yeterlidir.

Sanatın özü, bu ikisinin karşılaşma alanında doğar.

Mimarî yapı da ancak hem insanın öznel varoluşuna, hem de evrensel düzene seslenebildiğinde anlamlı olur.

Yazar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Başa dön tuşu
×

Bültene Ücretsiz Abone Olun

Güncel yazıları e-posta adresinize ücretsiz göndermemiz için bültenimize abone olabilirsiniz.

Siz izin vermediğiniz sürece e-posta adresinizi asla paylaşmayacağız. Gizlilik politikamızı inceleyin

Gizliliğe genel bakış

Bu web sitesi, size mümkün olan en iyi kullanıcı deneyimini sunabilmek için çerezleri kullanır. Çerez bilgileri tarayıcınızda saklanır ve web sitemize döndüğünüzde sizi tanımak ve ekibimizin web sitesinin hangi bölümlerini en ilginç ve yararlı bulduğunuzu anlamasına yardımcı olmak gibi işlevleri yerine getirir.

Detaylı bilgi için Gizlilik ve Çerez Politikamız sayfasını inceleyebilirsiniz.

Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Makale Arşivi olarak, sizlere değer katacak bilgileri sürekli araştırıyor ve en güncel makaleleri sizinle paylaşıyoruz.
Bu platformu ayakta tutan en önemli destek, reklamlardan elde edilen gelirlerdir. Reklamlarımızı, sizlere en iyi deneyimi sunmak adına, mümkün olan en az rahatsız edici şekilde yerleştirmeye özen gösteriyoruz. Sizden ricamız, bu değerli içeriği sürdürebilmemiz için reklam engelleyicinizi kapatarak bize destek olmanızdır. Desteğiniz, gelişmeleri size ulaştırmaya devam etmemize katkı sağlayacaktır.