Tarih boyunca yaşadığımız coğrafyada, Doğu-Batı çatışması hep var olmuştur. Çatışmanın şimdi olduğu gibi en belirgin sebeplerinin başında da, Doğu’nun zenginliklerinin sömürülmesi geliyordu. Bilinen ilk Doğu-Batı savaşı, MÖ.15. asırda Çanakkale’de yapılan Truva savaşlarıdır. Batı’nın aç ve barbar olan kuzey halkları, Yunan kabileleri öncülüğünde, zengin Doğu’yu yağmalamak için birleşip akınlar başlatmalarıdır. Dönemin süper devleti olan Persler, uzun yıllar Batı’nın Doğu’ya akınlarını durdurarak, Yunan site devletlerine ve Atina’ya hükümran olmuşlardır. Ancak bu durum, MÖ. 350 yılından itibaren İskender öncülüğündeki Batı ordularının, Persleri yenip Yakındoğu ve Uzakdoğu’nun bazı bölgelerine hükmetmesine kadar devam edebilmiştir.
MS. 379’da Roma-Bizans imparatorluğunun Hrıstiyanlığı kabulüyle yeni bir Doğu – Batı ilişkisinin başladığı süreçtir. Hristiyanlık öncesi Batı’nın Doğu’ya akımı yağmalama ve zenginliğinden istifade etme üzerine iken, Hristiyanlığın kabulüyle Roma-Bizans, dini de kullanarak Doğu’ya hegemonya kurmak için, Doğu sorununu dinselleştirmiştir. Kudüs’ün kutsallığı merkeze alınarak Doğu tarifi yapılmıştır.
İslam ve ona inananlar tarih sahnesine çıktığında, uzun süre Batı’yı temsil eden Bizans ile Doğu’yu temsil eden Pers imparatorlukları, aralarındaki hegemonik savaşlar sonucu yıpranmışlardı. İslam ordularının hızlı bir şekilde Pers ve Bizans topraklarına doğru fetihleri hatta İstanbul’a kadar gelmeleri bu zayıflamanın içeriğini bize göstermektedir. İslam ordularının Doğu’ya hakimiyeti sonucu artık Batılılar için Doğu sorunu İslam sorunuyla bir tutulmaktadır.
Artık Batı Haçlı alemini, Doğu ise İslâm alemini temsil ediyordu. Günümüze kadar da bu böyle devam etmiştir.
İşte asırlardır Doğu-Batı mücadelesi devam ederken Orta Çağ’da yaşadığı travmaları unutmayan ve Yeni Çağ’da ele geçirdiği üstünlüğü kaybetme korkusuyla hep Orta Çağ sendromunu yaşayan Batı, eziklik psikolojisinin getirdiği bir duyguyla adeta medeniyetin merkezi olarak dünyaya kendini pazarlayarak Doğu’nun kendisiyle rekabet edebilme şevkini kırarak Doğu’nun uyanmasını ve kendisinden üstünlüğü geri almasını engellemeye çalıştı. Bu çabayı da asırlardır sarfedegelmiştir.
Buna birden çok örnek vermek mümkündür.
Mesela Batı, dayattığı tarih tezlerinde parayı ilk kez Lidyalıların bulduğuna bütün dünyayı inandırmışken Kral Krezüs’ten iki bin yıl evvel Babillilerin para kullandıkları gerçeğinin dünya kamuoyu tarafından anlaşılmasından deyim yerindeyse öcü gibi korkuyor.
Yine Batı, herkese yüzyıllardır kendi icadı olarak öğrettiği insan haklarının Babil’de daha mükemmel şekilde kurallara bağlandığı gerçeğinin idrak edilmesine asla izin vermeyecektir.
Çünkü dünya hukuk sisteminin ilk kez Roma’da yapılandırıldığına Batı tarafından inandırılan insanlık, bunun bir aldatmaca olduğunu öğrenir de Roma’dan üç bin yıl evvel Hammurabi’nin Doğu’daki hukuk sistemlerini derleyerek bir hukuk devleti oluşturduğunu akıl etmeye başlarsa yeni dünya düzenini Batı’nın şekillendirmesi zorlaşacaktır.
İşte bu yüzden Sümer ve Babil’in asırlardır süren derin uykusundan yavaş yavaş uyanması, Batı emperyalizminin yüreğini ağzına getirdiğindendir ki kendi dayattığı tarih tezlerini çöpe atan delil hükmündeki tarihi bulgulara yönelik tarihi eser kaçakçılığı, tarihi eser hırsızlığı yollarına başvurmaktadır.
Bir defa unutulmaması gereken husus şudur ki Batı emperyalizmini temsil eden dün İngiliz emperyalizminin yaptığı gibi günümüzde de Batı’nın temsilcisi olan ABD emperyalizmi de İngilizler gibi aynı şekilde hakimiyet fikrini ekonomiden, askeri güçten ve siyasi gelişmelerden ziyade insanlığın algısını yöneterek sürdürmeyi tercih etmiştir. Bu algı Batı’nın Doğu’ya üstün olduğuna herkesi inandırmakla başlar. Batı tüm uluslararası kamuoyunu böyle inandırırsa hem Doğu’nun zenginliklerinden Batı istifade eder hem de Doğu’nun yeniden dirilişine fırsat vermemiş olur. Doğu’da terör olmalı ki Batı huzura, Doğu’da sefalet olmalı ki Batı zenginliğe kavuşsun. Doğu’da tarih ve sanat eserleri ya tahrip edilmeli yahut kaçırılmalıdır ki dünyada Doğu medeniyetlerine, ondan önce de Sümer ve Babil’e ait Batı güdümünde olmayan hiçbir iz kalmasın. Bu doğrultuda ABD 2003’te Irak’ı işgal edince Sümer ve Babil medeniyetlerine ait tarihi mirasları deyim yerindeyse yağmaladı. Yapılan işgal esnasında Bağdat’taki Irak Ulusal Müzesi’nin yağmalanması dün gibi uluslararası kamuoyunun hafızasındaki tazeliğini koruyor. Müze görevlileri dış dünyayla iletişime geçebildiğinde anlaşıldı ki yağma rastgele yapılmamıştı. Oraya gelen insanlar ne aradıklarını biliyorlardı ve donanımlı gelmişlerdi.
Bağdat Müzesi’nin şefi Dr. Dony George şunları söyledi: “Bu insanlar ne aradıklarını biliyorlardı. Siyah Obeliskin alçı kopyasına dokunmadılar. Bu onların uzman olduğu anlamına geliyor.”
British Museum’dan Dr. John Curtis ise, müzeden çalınan eserler için “Bu, Mona Lisa’yı çalmak gibi” dedi.
Dr. George, müzenin asıl yağmalandığı günden neredeyse bir hafta sonra ancak dünyadaki arkeologları müzeden çalınanlar konusunda uyarabildi. Amerikalı askeri yetkililer eserlerin Bağdat’tan çıkmasını önlemek için ya da çalınan eserlerin bulunmasına yönelik uluslararası bir işlem başlatmak için hiçbir çaba göstermedi.
Profesyonel arkeologlar ve sanat tarihçileri yağma tehlikesini Pentagon’a önceden haber vermişlerdi. British Museum’dan Dr. Irving Finkel Kanal 4’te yağmanın tamamen önceden kestirilebilir ve kolaylıkla durdurulabilir olduğunu söyledi.
Müzeyi soyanların yanlarında ağır yapıtları kaldırmak için araçlar ve en değerli parçaların bulunduğu bölümler için anahtarlar vardı.
Irak’ın ulusal müzesinin 2003’teki işgal esnasında talan edilmesi ilk başta devletin münasip bir simgesine karşı rastgele bir intikam gibi görünmüş olabilir. Başka hangi sebep için bir halk kendi tarihini yağmalayabilir ki? Özellikle eşsiz zenginliğe sahip bir tarihe böylesine bağlı bir halk.
Kayıpların ne kadar büyük olduğu ortaya çıktıkça -en az 170,000 parça kayboldu ya da tahrip edildi- insanlar sanki daha da tepkisiz kaldı. Bunu kim yaptı? Saddam’ın şehrinin varoşlarında bu yağmadan ne çıkar sağlanabilirdi? Komşuları etkilemek mi?
Şimdi artık anlaşılıyor ki müzenin yağmalanması ne kendi kendine ne de rastgele oldu. Çok büyük bir ihtimalle, bu yağma Amerikan işgalinden çok daha önce planlanmıştı ve hırsızlar nerdeyse hiç kuşkusuz ki, içeriden yardım almışlardı. İçerideki görevlileri parayla satın alıp kendilerine işbirlikçilik yapmalarını sağlamışlardı.
Görgü tanıkları iyi giyimli, ellerinde telsiz telefonlar olan adamlar gördüklerini ve eserlerin kalabalığın kafaları üstünden değil, düzenli kamyon konvoylarıyla götürüldüğünü gördüklerini söylediler.
Ve bütün bunlar konuşulurken, Irak’ın kayıp hazinesi – 5000 yıllık kültür ve güzellik hazinesi – yeraltı marketi kanallarından yabancı koleksiyoncuların ellerine doğru hızla ilerliyordu.
ABD ve Haçlı Batı emperyalistlerinin, asırlardır süren derin uykusundan Sümer ve Babil’in yavaş yavaş uyanmasının kendilerine verdiği korkuyla Irak’taki tarihi mirası adeta yok etmeye girişmeleri elbette ki şaşırtıcı bir durum değildi.
Irak’taki tarihi miras yok edilmeliydi ki gelecek Ortadoğulu nesiller kendilerini yetersiz ve azgelişmiş hissedip Batı medeniyetine boyun eğsinler. Zira bunu bilimle, teknolojiyle, iletişim ve refah düzeyiyle göstermek Batı için kâfi olmayacaktır; bilim, teknoloji, refah ve iletişim düzeyi konusunda yapılan çalışmaların yanı sıra kültür ve medeniyet baskısı oluşturmak da Batı’nın gayeleri arasındadır.
Makaleye Yorum Yaz Rastgele Makale Getir
Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin
En son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için ücretsiz abone olun.