Kültürel Tarih

Osmanlı’ya ve Türkiye’ye Bağlı Bir Halk: Hintli Müslümanlar

Hindistan coğrafyasına İslâm’ın gelişi Hicrî 92 senesine (Milâdî 711) kadar uzanmaktadır. Emevî Halifesi Velîd bin Abdülmelik döneminde doğu bölgelerinin fetihlerinden sorumlu Irak valisi olarak görev yapan Haccâc bin Yusuf’un Sind bölgesine gönderdiği yeğeni Muhammed bin Kâsım, kısa sürede burada arka arkaya yaptığı başarılı fetihlerle Sind beldelerini birer birer ele geçirmiş, buralara ciddi bir Müslüman nüfusu yerleştirerek bölgenin İslâmlaşmasına katkı sağlamıştır.

Ancak bu coğrafyada İslam’ın kitlesel anlamda yayılışı, 11. yüzyılda Gazneliler Devleti’nin kurulması ile başlamıştır. 1000-1027 yıllarında Pencap’a yaptığı 17 seferle İslamiyet’in yayılışına büyük bir ivme kazandıran Gazneli Mahmud döneminde, özellikle Sufi düşüncesine bağlı İslam bilginleri bölgede İslamiyet’in yayılmasında etkili olmuşlardır.

Gaznelilerden sonra Gurlu hükümdarı Gurlu Muhammed tarafından Hindistan’da Müslüman yönetiminin temelini atıldı. 1206’da Bahtiyar Halaci, Müslümanların Bengal’i fethine öncülük ederek İslam’ın en doğuya yayılmasını sağladı. Ghurid İmparatorluğu kısa süre sonra Memlük hanedanının kurucusu Kutbiddin Aybek tarafından yönetilen Delhi Sultanlığı’na dönüştü. Delhi Sultanlığı’nın kurulmasıyla İslam Hind Yarımadası’nın çoğu bölgesine yayıldı.

Hint Yarımadası’nda kurulan bir diğer İslam medeniyeti Babürlüler olmuştur. Orta Asya ve Afganistan bölgesinden gelerek Hindistan’ı kendisine anayurt yapmak isteyen Çağatay Türklerinden Bâbür Şah, büyük uğraşı ve başarısızlıklardan sonra burada kalmaya ve Bâbürlüler Devleti’ni (1526-1858) kurmaya muvaffak olmuştur. Bâbür Şah, hâkim olduğu yerlerde çok güçlü bir sistem kurmaya çalışmışsa da bölgenin özel yapısı sebebiyle bunda istediği başarıyı elde edememiştir. Oğlu Hümâyun’un zamanı da çalkantılarla geçmiştir. Ancak bu ikisinin ortaya koyduğu azim ve çaba meyvesini vermiş, üçüncü hükümdar Celâleddin Ekber Şah zamanında Hindistan’ın tamamı Türk hâkimiyetine girmiştir.

Babası Ekber Şâh’ın ölümüyle Hükümdarlığı üstlenen Şah Cihângîr, babası kadar güçlü ve yetkin olmamakla birlikte ülkenin üzerine oturduğu sistemin güçlü olması sebebiyle idarede ciddi sıkıntı yaşamadı. Ancak bu süreçte devlet artık gerilemeye başlamış, Evrengzîb Âlemgir dönemine kadar bunalımlı yıllar geçirilmiştir. Ancak Ekber Şah yıllarında olduğu gibi bu yıllarda da mimari faaliyetler bakımından oldukça zengin bir süreç yaşanmıştır. Özellikle bu süreçte inşa edilen Taç Mahal bu mimari faaliyetlerin zirve yaptığının en önemli delilidir. Şah Cihân’ın 1631 yılında çok sevdiği eşi Ercümend Bânû Mümtaz Mahal’i kaybedince onun hatırasına yaptırdığı Taç Mahal, tarihi önemi, mükemmelliği simgeleyen mimari yapısı, kültürel mirası ile dünyanın en güzel eserlerinden biri olmuştur. Ağra Kalesi’ndeki odasından merhum eşinin türbesini seyreden Şah Cihan’ın bedbinliğe varan hayatı Babürlü devleti için hiç de iyi neticeler vermemiştir. Ancak sonsuz sevgiyi ifade etmek üzere inşa edilen Taç Mahal onun belki tüm kusurlarını örtmeye yeter güzelliktedir.

Şah Cihân’ın hastalanmasıyla başlayan taht kavgalarının galibi Mümtaz Mahal’in oğlu Evrengzîb Âlemgir olmuştur. Büyük aşkın bereketi denilebilecek derecede samimi bir Müslüman ve ilim sahibi bir hükümdar olan Evrengzîb güçlü bir padişahlık dönemi geçirmiş ve devleti 48 yıl yönetmiştir. Onun usta yönetimi sayesinde devlet parçalanmaktan kurtarılmıştır. Evrengzîb’in vefatıyla başlayan taht kavgalarında oğlu Muazzam, Bahadır Şah adıyla hükümdarlığını ilan etmişse de bu tarihten sonra Babür Devleti, bünyesinde yaşanan taht kavgaları ve iç karışıklıklar sonucunda günden güne gücünü kaybetmiştir.

Hint yarımadasında Babür İmparatorluğu’nun giderek gücünü kaybetmesi sömürge devletlerin bölgeye yerleşmesine imkân sağladı. İlk olarak Portekizliler eski Hindistan’a gelerek buraları sömürmeye başladı. Portekizlerin ardından bölgeye gelen İngilizler yönetim boşluğundan yararlanarak 1757 yılından itibaren Hint Yarımadası’nda yavaş yavaş koloniler kurmaya başladı.

1858 yılında bölgenin kontrolünü tamamen eline geçiren İngilizler, kendi nüfuzları altında bir sömürge krallığı kurdu. Bu krallıkta yönetimin başında Hindu bir prens olsa da sahne arkasında İngiliz lordlar vardı ve ülke yönetimi onların elindeydi. Bu yeni krallıkta nüfusun yüzde 25’ini oluşturan Müslümanlar azınlıktaydı. Müslümanlar yönetimlerde ve sosyal hayatta adeta yok sayılıyordu. İşte bu nedenle Müslümanlar örgütlenmeye ve ayaklanmaya başladı.

Müslümanların liderlerinden olan Şir Seyid Ahmed Han 1906 yılında Tüm Hindistan Müslümanları adlı partiyi kurdu. Kısa zamanda Hindistan’da büyük bir güce kavuşan bu partinin liderliğine 1913 yılında Pakistan’ın kurucusu olarak tarihe geçecek olan Muhammed Ali Cinnah seçildi.

I. Dünya Savaşı yıllarında Dünya Müslümanlarının büyük çoğunluğu, o dönemde Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde yaşıyor geri kalanları da ya İngiliz ya da Fransız sömürgesi altında bulunuyordu. Bu yüzden Osmanlı Devleti’nin batıya karşı kazandığı herhangi bir zaferi sadece Türklüğün değil bütün İslam Dünyası’nın başarısı olarak kabul ediyorlardı. Buna rağmen I. Dünya Savaşı’nda, Osmanlı Devleti Galiçya, Çanakkale, Kafkasya, Irak, Suriye, Filistin, Süveyş ve Yemen’de çarpışırken, bu muharebelere genellikle sadece Anadolu ve Rumeli Türkleri iştirak etmiştir. Dünya Müslümanları içerisinde Hintli Müslümanlar, İngiliz sömürgesi altında yaşadıkları halde Osmanlı Devleti’ne bağlılığını sürdürmeye çalışmıştır. İngilizler, Hintli Müslümanları Türkler’e karşı Irak cephesine sürmek istediklerinde ayaklanmışlardır.

Hakeza Balkan ve Birinci Cihan savaşı sıralarında İslâm’ın ve Osmanlı Hilafetinin geleceği hakkında haklı endişeler duyan ve bir Türk olmadığı halde sırf samimi bir Müslüman sıfatı ile Osmanlı Hilafetini batının emperyalist devletlerine karşı savunan Hindistan’ın Müslüman münevverlerinden Müşir Hüseyin Kıdwai yazdığı “Paris Sulh Konferansı ve Osmanlı’nın Çöküşü” isimli eserinde, Osmanlı Türklerine ve Hilafetine Hindistanlı Müslümanların ne derece güven duyduklarını ve bağlılıklarını dile getiriyor. Osmanlı Hilafetine büyük sevgi ve sempati duyan Hıdwai, “Osmanlı Devleti Müslümanların vahdet merkezidir” demektedir.

Hüseyin Kıdwai eserinde şunları kaydediyor:

Balkan Harbinin ortaya çıkması ile bütün Hindistan Müslümanları çıldıracak derecede sinirlenmişlerdi. Üniversitelerdeki talebeler günlerce uykusuz geceler geçirmişler, et yemekten vazgeçerek biriktirdikleri paraları yardım maksadıyla toplamışlar ve ülkenin müdafaası için İstanbul’daki hükümete göndermişlerdi. Müslüman kadınlar ayrıca paraları olmadığından mücevher ve altınlar vermişlerdi. Bunun yanında birçok mitingler tertip edilmiş bu mitinglerde Müslümanların en büyük mütefekkirleri konuşmalarda bulunmuşlardır. Hepsi de Osmanlı Saltanatının eskiden olduğu gibi yine Payitaht olan İstanbul’da kalmasını istemişler ve bu husus üzerinde ısrarla durmuşlardır. (Kıdwai, 1991)

Hindistan’da Muhteşem Bir Gösteri

Bombay’da yayınlanan Times gazetesinin 27 Teşrîn-i Evvel (Ekim) tarihli nüshasından:

Bugün Müslümanlar, bütün Hindistan’da hilafetin devamı için namaz kıldılar ve dua ettiler. Bombay’ın en büyük camiinde namaz kılındıktan sonra umumi bir toplantı yapıldı. Toplantıda Osmanlı Devleti’nin taksimini ve mukaddes beldelerin hilafetten koparılacağı rivayetlerden duyulan endişe ve devleti âliyenin istikbaline dair olan teminatının kabulü dile getirilerek Müslüman teb’anın Halife’ye olan bağlılığının devam etmesi temennileri tekrar edildi.

Bugünkü namaz ve oruca bütün Müslümanlar istisnasız iştirak ettiler. Hem de Bombay’da tek bir Müslüman lokantası açık olmadığı halde… Bu duruma Ramazan günlerinde bile tesadüf edilemez.

İslam Halifesi İçin Dua

Londra’da yayımlanan Muslim Outlook gazetesinin 23 Teşrîn-i Sâni (Kasım) 1919 tarihli nüshasından:

“21 Teşrîn-i evvel tarihiyle Hindistan’ın Luknow şehrinde toplanan İslâm konferansı 17 Teşrîn-i Sâni Cuma günü camide bir araya gelmeye karar vermişti. Aynı gün Londra’da bulunan Müslümanlar da camide toplanarak Cuma namazından sonra şu duada bulunmuşlardır:

Ya Rabbi! Peygamber efendimizin halifesi ve senin itaakâr hizmetçin olan Müslüman kardeşimiz, Osmanlı Devleti’nin padişahı ve İslâm Dini’nin koruyucusu, Emîru’l Mü’minîn Mehmed Vahidüddin Han hazretlerini sana emanet ediyoruz. Bu korkunç felaket ve imtihan ânında ona yardım eyle. İslâm halifesi ile saltanatını bizim için muhafaza eyle. İslâmî vahdeti parçalamak, İslâm’a cahiliye âdetlerini sokmak isteyenlerin bütün çalışmalarını boşa çıkar ve kafirlere karşı bize yardım eyle ya Rabbi!

Ey Allah’ımız! Yanlış yollara saptık, hatamızı anladık. Bizi affeyle. Günahları affedecek ancak sensin ya Rabbi! Affınla kalblerimizi temizle, yollarımızı aydınlat. Ta ki, mazide İslâmî görevini hakkıyla yerine getirmemiş olan bizler gelecekte senin ilahî yardımına kavuşabilelim. Senin yeryüzündeki saltanatın ve İslâm’ın gücü, Osmanlı hanedânının hilafeti etrafında sulh ve güven, hak ve adalet, insânî kardeşlik ve ilerlemenin sığınağı olsun. Yeryüzündeki bütün insanlar için bir nimet olsun ya Rabbi!”

Duanın bitiminden sonra muhterem kardeşimiz Marmaduck Pickthall’ün başkanlığı altında bir miting düzenlenmiştir. Başkanlık makamında bulunan Pickthall şu hitabede bulunmuştur:

“Müslümanlar!

Bugün bütün Hindistanlı kardeşlerimiz Osmanlı hilafetinin devam ve muhafazası için ibadet ve dua etmek üzere toplanmayı kararlaştırmışlardır. İslâm hilafeti tehlikede midir? diyeceksiniz. Biz İslâm hilafetinin tehlikede olmamasını temennî ediyor ve bunun için Allah’a niyaz ediyoruz. Fakat bizi endişeye düşüren hususlar var.

Harb-i Umumî’nin ilk günlerinde İslâm hilafetinin, Hıristiyan devletlerinin mümessilleri tarafından Müslümanlarca kesin olarak tanınmayacak şahıslara sipariş edildiğine dair hoş olmayan şayialar duyulmuştu. Hıristiyan devletler, din ve insanlıkla ilgisi olmayan ve saldırgan bir özelliğe sahip bulunan milliyetçilik zehiriyle, dünya nüfusunun yarısını yok eden bu müthiş zehirle, İslâm’ı zehirlemek için teşebbüslerde bulunmuşlar ve hâlâ bu teşebbüslere devam etmektedirler.

Hristiyanlar, hilafetin Ehl-i Beyt tarafından devam ettirilmesi ve Peygamberimizin Arap olması sebebiyle onun halifesinin de Arap olması gerektiğini bize kabul ettirmek için uğraştılar. Gerçek şu merkezdedir ki, Peygamberimiz bir saltanat hânedânı bırakmamıştır. O, halifenin tayinini Müslümanların ihtiyârına bıraktı. Bunun için de Müslümanların desteğini, hilafete seçilecek şahsın kuvvetini ve takvâsını şart koştu. Salih amel işleyen bir Habeş kölesinin, Allah rızasına aykırı harekette bulunan bir Kureyşliden riyaset için daha hayırlı olduğunu söyledi.

Peygamber efendimiz bir Arap milliyetçisi değildi. O, Allah’ın ona peygamberlik verdiği günden beri –millî anlamıyla- bir Arap olmaktan çıktı. Müslümanlar arasında Arap milliyetçiliğini ortadan kaldırarak yerine İslâm kardeşliğini oturttu. Bu sebeple bir Habeş kölesiyle bir Kureyş şerifi eşit idi ve ancak takvâlarıyla yükseliyorlardır.

Hilafet, Allah’ın iradesiyle bir Araptan bir Türk hânedânına geçti. Bugün Osmanlı hânedânının hilafeti bütün Müslümanlarca tanınmış bulunuyor. Müslüman kamuoyunun Avrupa aleyhinde olmadığı şununla sabittir ki, bizim en büyük arzumuz İslâm hilafetinin Avrupa devletleri arasında kalmasıdır. Avrupa’dan tek istediğimiz İslâm hilafetine ve bize tecavüz etmekten vazgeçmesi ve diğer milletlere tanıdığı hukuku bize de tanımasından ibarettir.

Biz, İslâm halifesi için Allah’a yalvarmakla, doğu ile batının selameti için çalışmış bulunuyoruz.”

Miting tarafından alınan kararların derhal Londra İslâm Cemaati adıyla İngiliz Başvekili’ne tebliğ edilmesi ve Müslümanların halifesi olan Mehmed Vahidüddin Han’a da bir telgrafla bildirilmesi hükme bağlanmıştır.

Halife hazretlerine çekilen telgraf:

“Bugün Londra’da muhtelif milletlere mensup sünnî ve şii Müslümanlardan müteşekkil İslâm Kongresi zât-ı âlînize duada bulunmuştur. Kongre, hilafetinize sarsılmaz bağlılıklarını arzeder.

Mitingde şu kararları almıştır:

I- Osmanlı Padişahı asırlardır İslâm dünyasının halifesi, mukaddes beldelerin muhafızı ve İslâm’ın şerefinin müdafii olarak tanınmıştır. Bugünkü Osmanlı Padişahı İslâm dünyasına karşı, seleflerinin sahip olduğu mevkiin aynısına sahip bulunmaktadır.

II- Miting İslâm halifesinin mutlak surette müstakil olmasının gerekli olduğunu ilan eder. Ayrıca gayr-i Müslim devletler tarafından hilafetin siyasî istiklali ve Osmanlı saltanatının varlığı aleyhinde meydana gelen teşebbüsleri protesto eder.

III- Miting harb esnasında ortaya çıkan hataları düzeltmeye çalışan, her türlü meşrû vasıtayla Avrupalı devletler, Hıristiyan milletler ve hatta Yunanlılar ve Ermeniler tarafından İslâm diyarına yapılan tecavüzlere karşı koymak için çalışan Osmanlı vatanseverleri aleyhinde Avrupa basınının seviyesiz neşriyatını ağır bir dille protesto eder.”

Öte yandan I. Dünya Savaşı sonunda Anadolu işgal edilmeye başlandığında ise tepkilerini, düzenledikleri gösterilerle dile getirmişlerdi. Yine aynı Müslümanlar Kurtuluş Savaşı sırasında kurdukları yardım komitesinin topladığı binlerce altını Anadolu’ya göndererek Kurtuluş Savaşımızı desteklemişlerdir. Türk Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında Müslüman dini liderler, Avrupalı güçlerin halifeliği muhafaza etmek istememesinden korkuyorlardı. Hindistan’daki bazı Müslümanlara göre, Türkiye’deki diğer Müslümanlara karşı savaşmak için İngilizler tarafından askere alınma ihtimali korkunçtu. Kurtuluş Savaşı’na başlamadan önce, bütün alternatifleri ortaya koyarak bu uğraşın sadece Anadolu’yla sınırlı kalmayacağını tespit eden Mustafa Kemal, bu sömürgecilerle mücadelenin temel yapısını oluşturacak gücün, İslam dünyasının maddi manevi yardımını almada olduğunu görerek bu düşüncenin örgütlenmesine başlamıştır.

Özellikle İstanbul’da ki hilafet makamının tehlikede olduğu noktasından hareketle, sıkça Türk Kurtuluş Savaşı’nın amacının “Hilafeti ve Halifeyi kurtarmak” olduğunu söylemiştir. Bu hareket tarzıyla Mustafa Kemal, siyasi anlamda hilafetin gücünden yararlanmaya çalışan az sayıda ki Türk devlet adamından sonuncusudur. Mustafa Kemal Paşa’nın “Halifeliği kurtarmak” olarak formüle ettiği İslam dünyasına yönelik bu politikası İslam siyasetidir. Çalışmalarına bu yönde güç katmak için özellikle yerli din adamlarını davet etmiş hatta, Anadolu’da kurulan 47 Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin yöneticilerinin 84 tanesi din adamından teşekkül ederken bunlardan 16 tanesi de Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’in başkanı olmuşlardır. Bunla da yetinmemiş, dahası Mustafa Kemal Paşa, Türkiye’nin “İslam uyanışının merkezi” olduğunu dünya Müslümanlarına göstermek için Libyalı Şeyh Ahmet Şerif Senusi başkanlılığında Anadolu’da Panislamik nitelikte iki İslam kongresi düzenlemek istemiştir.

Libyalı Şeyh Ahmet Şerif Senusi Sivas’a davet etmiş ve onun başkanlığında Sivas Cami-i Kebir’de 18 Şubat 1921’de “İttihad-ı İslam Kongresi” toplamıştır.

Sivas’ta toplanan İttihad-ı İslam Kongresi’ne yalnızca Sünni liderler ve temsilciler değil, dünyaca ünlü bazı Şii liderler ve temsilciler de katılmıştır. Kerbela Şii Emiri ile Zeydiye mezhebinden Yemen Hükümdarı İmam Yahya kongreye katılan Şii liderlerdendir. Kongre başkanı Şeyh Ahmet Şerif Senusi, aynı gün Ulu Camii’de bir de hutbe okumuştur. Şeyh’in hutbe metni Ankara’da çıkarılan Sebilürreşad dergisinin 31 Mart 1921 tarihli sayısında yayınlanmıştır. Kurtuluş Savaşı’nı “cihat” olarak adlandıran Senusi’nin Sunusiye tarikatının şeyhi olduğunu ve 1837 yılında Libyalı Büyük Senusi Muhammed Bin Ali Senusi tarafından bu tarikatın kurulduğunu belirtmiş olalım. Aktivizm ve Sufizmi savunan Senusiye tarikatı Batılı güçlerin istilasına karşı çıkmıştır. Senusiler, 1911’de İtalya’nın Trablusgarp’ı (Libya) işgali üzerine Osmanlı ordusunda İtalyanlara karşı mücadele etmişler; Cezayir ve Sahra’da Fransızlara, Mısır’da İngilizlere karşı savaşmışlardır. Senusiye Tarikatı’na mensup olan bir diğer önemli şahsiyet de Ömer Muhtar’dır. Kendisi Trablusgarp Savaşı’nda Mustafa Kemal ile tanışmıştır. Mustafa Kemal, Şeyh Ahmet Senusi’yi de Trablusgarp Savaşı sırasında tanımış ve dost olmuşlardır.

İkinci İslam Kongresi’ni de Ankara toplanması planlanan ancak değişik nedenlerden toplanamayan “Ankara İslam Kongresi” dir. Mustafa Kemal Paşa, bu çalışmalarla İslam dünyasının Milli Hareket’e olan ilgisini arttırmak istemiştir.

Şeyh Ahmet Senusi daha önce Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Padişahı Sultan Mehmet Reşat’ın davetini kabul ederek 1918’de İstanbul’a gelmiştir. Enver Paşa, Afrikalı Şeyhlere birlikte İstanbul’a gelen Şeyh Ahmet Senusi’yi halifenin cihat ilanını İslam dünyasına duyurmak amacıyla İslam ülkelerine göndermek istemiştir.

Kurtuluş Savaşı başladığı sırada Bursa’da bulunan Şeyh Ahmed es-Senusi, Bekir Sami Bey vasıtasıyla Mustafa Kemal Paşa’ya haber göndererek Milli Hareket’e katılmak istediğini bildirmiştir. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, Şeyh Ahmet Sunusi’(Senusi)ye bir mektup yazarak onu Ankara’ya davet etmiştir.

15 Kasım 1920’de Ankara’ya gelen Şeyh Ahmet Senusi onuruna Mustafa Kemal Paşa, 23 Kasım’da Meclis’te bir yemek vermiştir. Mustafa Kemal Paşa, Şeyh Ahmet Senusi’ye aynı amaca hizmet eden üç farklı görev vermiştir ve Şeyh ününden yararlanmak istemiş, bu alanda da oldukça başarılı olmuştur.

1- İslam dünyasındaki antiemperyalist hareketleri Ankara’nın etkisi altına almak.

2- Arap dünyasında, özellikle de Irak ve Suriye’de hilafet propagandası yaparak bölgedeki Arapları İngiltere ve Fransa’ya karşı harekete geçirmek.

3- Türkiye içinde özellikle güneydoğuda Kürt bölgelerinde Milli Hareket’e katılımı artırmak.

Ayrıca Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı sırasında “İslam siyasetini” uygularken şu yöntemleri kullanmıştır.

1- Bildiri ve Beyannameler yayınlamak

2- Milli Hareket’e destek veren gazetelerde bu yönde yazılar yayınlamak

3- Propagandacılar kullanmak

4- İslam Kongreleri düzenlemek

5- İslam Cemiyetleri kurmak veya kurulmuş olanları desteklemek

6- Din adamlarına, dini sembol ve unsurlara müracaat etmek

7- İslam ülkeleriyle anlaşmalar imzalayıp, ittifaklar kurmak

Mustafa Kemal Paşa, İstanbul işgalinden bir gün sonra yayınlamaya başladığı İslam alemine yönelik beyannamelerde önce genel anlamda “İslam dünyasına” seslenirken, sonradan gelişmeleri dikkate alarak özellikle “Hint Müslümanlarına” seslenmeye başlamıştır.

Mustafa Kemal Paşa, gerçekte İslam Birliği hayaline kapılmamakla beraber, İslam dünyasında Kurtuluş Savaşı lehine hareketlerin gelişmesine özen göstermiş ve bu hareketlerin İtilaf Devletlerince “dünya Müslümanların birleşmesi” (Panislamizm) biçiminde algılanmasına çalışmıştır. Böylece başta Müslüman sömürgelere sahip İngiltere olmak üzere Anadolu’yu Türklerden almaya çalışan Hıristiyan işgalcileri İslam ve Hilafet silahı ile köşeye sıkıştırmayı amaçlamıştır.

İşte bu amaçla İslam dünyasına “Hilafetin tehlikede olduğuna” yönelik beyannameler yayınlamış, Afganistan ve Hindistan gibi İslam ülkelerine elçiler göndermiş, İslam Halklarının sömürgecilere başkaldırmasını istemiştir. Gerçektende Mustafa Kemal’in “cihat” çağrıları çok geçmeden yerine ulaşmıştır. İngiliz istihbarat kaynaklarına bakılacak olursa, İngiliz ordusu ile Türkiye’ye karşı savaşmak için gelen bazı Güney Asyalı Müslümanlar, bir fırsatını bulup kaçarak, İstanbul’da Kurtuluş Savaşı yanlısı Türklerle birlikte “Türk Hint Dostluk Cemiyeti” adlı bir örgüt kurmuşlardır. Güney Asyalı Müslümanların bir bölümü de Bakü’ye gelerek burada ki Osmanlı konsolosuna Milli Hareket’e katılmak istediklerini iletmişler, fakat İstanbul Hükümeti’ne bağlı konsolos, Asyalı Müslümanların Milli Hareket’e yardım isteklerini geri çevirmiştir. Ancak yinede gönüllüler bir şekilde cephelere koştukları gibi, Anadolu’da İngiliz propagandasına kapılabilecekleri uyarmayı da ihmal etmemişlerdir. Abbas Han, Salihli cephesinde aktif görev almış Güney Asyalı Müslümanlardan biridir.

Mustafa Kemal Paşa, bir taraftan Hindistan, Afganistan ve Azerbaycan’a Türk Milli Hareketi anlatacak heyetler gönderirken, diğer taraftan Ankara’da, Güney Asya’dan gelip Kurtuluş Savaşı’na aktif olarak katılmak isteyen gönüllüleri kabul ederek onlara hediyeler dağıtmıştır.

Kurtuluş Savaşı’na katılmak için gelen Hintli Müslümanların bir kısmı Anadolu’da bölge bölge dolaştırılmış, böylece Anadolu halkına Kurtuluş Savaşı’nda yalnız olmadıkları, dünya Müslümanlarının da onlarla birlikte olduğu mesajı verilmiştir. İngiliz belgelerine göre Mustafa kemal Paşa, Anadolu’ya gelen bir Müslüman Hint birliğine özel ilgi göstermiş ve bir kısmına subaylık rütbesi vererek Türk ordusunda görevlendirmiştir.

Hint Müslümanlarının Türkiye’ye yönelik ilgisi Birinci Dünya Savaşı sonrasında Anadolu ve İstanbul’un işgaliyle yoğunlaşmıştır. Özellikle halifeliğin merkezi durumundaki İstanbul’un işgaline Hint Müslümanları büyük tepki duymuştur. Aralık 1918’de, Mahatma Gandhi’nin Müslüman arkadaşı Ebul Kelam Azad, Şevket ve Muhammed Ali kardeşler, Hasret Mohani, Dr. Ensari ve Muhammed Ali Cinnah gibi liderler 1919’da başlayacak barış görüşmelerinde Türkiye’yi desteklemek amacıyla Hindistan Müslüman Birliği örgütünü toplamışlar ve Encümen-i İslam(İslam Konseyi) adıyla örgütlenerek Türk davasını savunmuşlardır.


Makaleye Yorum Yaz Rastgele Makale Getir

Yazar


Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin

En son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için ücretsiz abone olun.

Bir Yorum Yazın

İlginizi Çekebilir

Başa dön tuşu

Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen ücretsiz abone olun.

Okumaya Devam Edin

Gizliliğe genel bakış

Bu web sitesi, size mümkün olan en iyi kullanıcı deneyimini sunabilmek için çerezleri kullanır. Çerez bilgileri tarayıcınızda saklanır ve web sitemize döndüğünüzde sizi tanımak ve ekibimizin web sitesinin hangi bölümlerini en ilginç ve yararlı bulduğunuzu anlamasına yardımcı olmak gibi işlevleri yerine getirir.

Detaylı bilgi için Gizlilik ve Çerez Politikamız sayfasını inceleyebilirsiniz.

Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Makale Arşivi olarak, sizlere değer katacak bilgileri sürekli araştırıyor ve en güncel makaleleri sizinle paylaşıyoruz.
Bu platformu ayakta tutan en önemli destek, reklamlardan elde edilen gelirlerdir. Reklamlarımızı, sizlere en iyi deneyimi sunmak adına, mümkün olan en az rahatsız edici şekilde yerleştirmeye özen gösteriyoruz. Sizden ricamız, bu değerli içeriği sürdürebilmemiz için reklam engelleyicinizi kapatarak bize destek olmanızdır. Desteğiniz, gelişmeleri size ulaştırmaya devam etmemize katkı sağlayacaktır.