Tarih

Türkiye’nin Tarihsel Irak Politikası ve Türkiye-Irak İlişkilerinin Tarihi

Türkiye-Irak ilişkilerinin ahdi temeli Türkiye, Irak ve İngiltere arasında imzalanan 5 Haziran 1926 tarihli “Ankara Hudut ve Münasebat-ı Hasane-i Hemcivari Antlaşması”na dayanmaktadır. İki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler ise, ilk Irak Elçisi Sabih Neşet’in ülkemizde göreve başladığı 1928 yılına uzanmaktadır. İlk Bağdat Büyükelçimiz, 1929 yılında göreve başlayan Tahir Lütfi Tokay’dır.

Irak’ın 3 Ekim 1932 tarihinde İngiltere mandasından ayrılarak bağımsızlığını ilan etmesiyle, ilişkiler münhasıran Ankara-Bağdat arasında yürütülmeye başlanmıştır.

MİLLİ MÜCADELE YILLARINDA TÜRKİYE-IRAK BAĞLANTILARI VE MUSTAFA KEMAL’İN DAHA GENÇLİK YILLARINDA BÖLGE İÇİN ORTAK TEŞEKKÜL HAYALİ

Mustafa Kemal, daha Harbiye sıralarındayken, Osmanlı Devleti’nin dağılacağını ve Türklerin çoğunluk olduğu topraklarda bir millî devlet kuracaklarını görmüştü. Bu durumda Arapların çoğunlukta olduğu Osmanlı toprakları Araplara terk edilecekti. Nitekim Mustafa Kemal haklı çıkacaktı. Birinci Dünya Savaşı sonunda, Türklerin çoğunluk olduğu topraklar bile işgal altına düştü. Bu koşullarda, artık Türkiye’nin önünde, millî devlet programı vardı. Mustafa Kemal 1919’da Kurtuluş Savaşını örgütlerken, aynı zamanda Irak ve Suriye’de antiemperyalist örgütler ile temasa geçmiştir. Düşüncesi yeniden Osmanlı düzeni tesis etmek değildi fakat bölgenin lideri yine Türkiye olmalıydı. Mustafa Kemal Paşa, Misak-ı Millî’nin kabul edilmesinden 11 gün önce, 17 Ocak 1920 günü, Erzurum ve Sivas Kongrelerinden beri saptanan Arap topraklarının Araplara ait olduğu kararını bir kez daha belirtti. Evet Mustafa Kemal’in aklında Misakı Milli’nin ötesinde bir proje vardı. Türkiye’de ve coğrafyasında yeni bir emperyalist işgale mahal vermeyecek bir devlet ve siyasal sistem planlıyordu!

Evet Mustafa Kemal Paşa, Ortadoğu’da Türkiye’nin, Suriye’nin ve Irak’ın bir araya gelerek konfederasyon veya farklı bir şekilde ortak bir sistem planlıyordu fakat resmi tarih bundan bahsetmez.

ATATÜRK’TEN SURİYE, IRAK VE TÜRKİYE KONFEDERASYONU

Mustafa Kemal Paşa’nın bölgedeki anti-emperyalist direniş teşkilatlarına çektiği bir telgrafta “Osmaniye, Bahçe, Maraş, Urfa taraflarında pek mühim muvaffakiyetler elde ettik. Hareketimize devam etmekteyiz. Mektuplarınızda, Suriye, Irak ve Türkiye’nin bağımsızlıklarını kurtaracak bir ‘konfederasyon’ teşkil eylemek veyahut gelecekte kararlaştırılacak tarzda bir irtibat tesis eylemek maksadıyla birlikte hareket edilmesi bildirilmiş ve biz de bu tekliflerinizi kabul ederek, tafsilatlı talimat göndermiştik. Bunların ulaştığına dair henüz bir malumat alamadığımızdan, Maraş üzerinden daha çabuk alabileceğinizi düşünerek, sözü geçen talimat özetini aşağıda arz ederiz.” ibareleri geçmektedir ki bununla ilgili okurlarımıza önereceğimiz esas kaynak, ilk defa 2018 yılı Ekim ayında basılan “Atatürk’ün Bütün Kaleminden 8 Suriye ve Irak” adlı kitaptır.

Burada görüldüğü gibi Atatürk, Anadolu’ya geçtikten sonra komşularımız Irak ve Suriye’nin ulusal güçleriyle de ilişki kurmuş ve onların kurtuluş mücadelelerine katkı yapmıştır. Türkiye, Irak ve Suriye arasında üçlü bir konfederasyon düşüncesi amaçlanmış.

Üç komşu ülkenin işgallerden kurtulması için ortak savaşım söz konusu.

Komşularımızla, özellikle de aynı imparatorluğu oluşturduğumuz ülkelerle ilişkiler hep sağlam tutulmuş ve siyasal, ekonomik, kültürel, hatta askeri işbirlikleri düşünüldü Atatürk döneminde.

Atatürk, Anadolu’daki antiemperyalist milli hareketle, Irak’taki ve Suriye’deki antiemperyalist hareketler arasında Uceymi Paşa ve özellikle Şeyh Ahmet Sunüsi aracılığıyla ilişki kurmuştur. O, bir taraftan Anadolu’yu düşmandan temizlemenin hesaplarını yaparken, diğer taraftan hem Musul’u Misak-ı Milli sınırlarına katmak, hem de Irak ve Suriye’deki bağımsızlık hareketlerini güçlendirmek istemiştir.

Anadolu’da emperyalizme karşı bir Kurtuluş Savaşı veren Atatürk -pek anlatılmasa da- eş zamanlı olarak Irak’ta ve Suriye’de de antiemperyalist hareketlerin gelişmesine destek olmuştur. Öyle ki Arap İslam dünyasında Kemalist hareketin Irak-Suriye uzantısına, “Harekât-ül Kemaliye” adı verilmiştir. Atatürk, Anadolu’daki antiemperyalist milli hareketle, Irak’taki ve Suriye’deki antiemperyalist hareketler arasında Uceymi Paşa ve özellikle Şeyh Ahmet Sunüsi aracılığıyla ilişki kurmuştur. O, bir taraftan Anadolu’yu düşmandan temizlemenin hesaplarını yaparken, diğer taraftan hem Musul’u Misak-ı Milli sınırlarına katmak, hem de Irak ve Suriye’deki bağımsızlık hareketlerini güçlendirmek istemiştir. Atatürk’ün, 30 Ağustos 1922’de Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni kazanmasından sadece bir gün sonra, 31 Ağustos 1922’de, Özdemir Bey de müfrezesiyle -Atatürk’ten iki bin kilometre uzakta- Derbent Zaferi’ni kazanmıştır. Böylece İngilizlerin ifadesiyle adeta Irak’ta “Kemalizm hayaleti” dolanmaya başlamıştır. Kurtuluş Savaşı’yla Anadolu’yu düşmandan temizleyen Atatürk, Irak ve Suriye’nin de bağımsız olabilmesi için -bilinenin aksine- çok çaba harcamıştır. Bütün bir Kurtuluş Savaşı boyunca “Biz aslında gerek Suriye ve gerek Irak’taki insanların bağımsız olmaları esasını kabul etmişizdir. Buna dair bir itirazımız yoktur.” diyen Atatürk, Irak’ın ve Suriye’nin, bağımsızlık mücadelesini ölünceye kadar hep desteklemiştir. Yeri gelmişken Atatürk’ün Suriye ve Irak ile ilgili söylediklerine de bir göz atalım: “Bütün kabahat Osmanlı İmparatorluğu’ndadır. Balkan Harbi sonunda Gelibolu’daydım. Ben Talat Paşa’ya teklif ettim. ‘Suriye’ye, Irak’a istiklal veriniz’ dedim. Talat Paşa: ‘Bunu başkasına söyleme, seni asarlar’ dedi. Fakat yapılacak şey bu idi. Eğer yapılsaydı, bugün Türkiye, Suriye, Irak, ki zaten kardeştirler, bugün daha samimi kardeş olacaklardı.”

24 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin birinci “ilk gizli celsesi”nde Kral Faysal hakkında bilgi veren Mustafa Kemal’in şu ifadeleri galiba Atatürk’ün konfederasyon için ne denli kararlı olduğunu ortaya koymaktadır:

“..Dedik ki: ‘Artık millî sınırımız dahilinde bulunan insani kaynakları ve genel menfaatleri sınırımız haricinde israf etmek istemeyiz. Fakat birlik kuvvet teşkil edeceğinden bütün İslam âleminin manen olduğu gibi maddeten de müttefik ve birleşmiş olmasını şüphe yok ki, büyük memnuniyetle karşılarız ve bunun içindir ki, bizim kendi sınırımız dahilinde bağımsız olduğumuz gibi Suriyelileri de sınırı dahilinde ve millî hâkimiyet esasına dayanmış olmak üzere serbest ve bağımsız olabilirler. Bizimle anlaşmanın ve ittifakın üstünde bir şekil, ki federatif veyahut konfederatif denilen şekillerden biriyle peyda edebiliriz.’”

Atatürk, Suriye ve Irak’ta Arapların ve Kürtlerin Fransız ve İngiliz emperyalizmine karşı mücadelelerini ateşledi. Oralara örgütçüler ve silahlı birlikler gönderdi. Başarılı oldu. Büyük ayaklanmalar gerçekleşti. Dahası o ortak mücadele ortamında, Türkiye, Suriye ve Irak arasında bir konfederasyon oluşturulmasını, Arap örgütleriyle karara bağladı. Bu konu bilinmez.

BELGELERLE KONFEDERASYON ANLAŞMASI

Mustafa Kemal Paşa, 24 Ocak 1920 günü Halep’teki Arap Milli Teşkilatı Riyaseti’ne çektiği bir telgrafla konfederasyon önerisini kabul ettiğini bildirmektedir:

“Mektuplarınızda Suriye, Irak ve Türkiye’nin bağımsızlıklarını kurtaracak bir ‘konfederasyon’ teşkil eylemek veya irtibat maksadıyla birlikte hareket edilmesi bildirilmiş ve biz de bu tekliflerinizi kabul ederek tafsilatlı talimat göndermiştik.”

Yine Atatürk, Kolordu Kumandanlıklarına Heyeti Temsiliye adına 23 Şubat 1920 günü yolladığı talimatın eklerinde, konfederasyon planının kabul edildiği bilgisini ulaştırır.

Aslında konfederasyonu asıl planlayan, Mustafa Kemal Paşa’dır. Talat Paşa’ya yazdığı 29 Şubat 1920 günlü gizli mektupta, yaptığı öneriyi Arapların kabul ettiğini bildirmiştir: “Nezdimize gelmiş olan salâhiyettar Arap delegeleri ile kararlar alınmıştır. Araplara karşı başından beri ifade ettiğimiz siyasi formül şudur: ‘Her millet kendi bağımsızlığını kurtardıktan sonra’ ‘konfederasyon’ halinde birleşmek. Bu esas Araplarca memnuniyetle kabul edilmiştir.”

1923 SONRASI TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİ

1923’te ilanı gerçekleşen Türkiye Cumhuriyeti’nin güneydoğu komşusu Irak ile ilişkileri, Milletler Cemiyeti’nin Musul konusunda Türkiye’nin aleyhine aldığı karar neticesinde hiç de iyi başlamamıştı. Fakat işin rengi yeni bir dünya savaşının ayak izleri hissedilmeye başlandığında değişmeye başladı.

TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİNDE ÖNEMLİ BİR MİHENK TAŞI: SADABAT PAKTI

Tüm dünyaya korku salmaya başlayan ve Avrupa’da güçlenen Nazi Almanyası ile faşist İtalya’nın yayılmacı politikalarının sebep olduğu tehdide İtalya’nın Habeşistan’ı işgali tuz biber ekince bu tablo karşısında harekete geçen Türkiye, önce Balkan ülkeleriyle 1934’te oluşturduğu Balkan Antantı, daha sonra da 1937’de Irak, Afganistan ve İran ile birlikte kurduğu Sadabat Paktı aracılığıyla ittifak kurma yoluna gitti. Bu hamle, Türkiye-Irak ikili ilişkilerine olumlu katkı sağladı. Türkiye, İran ve Irak arasında 2 Ekim 1935’te Cenevre’de imzalanan üçlü bir anlaşmaya daha sonra Afganistan da katıldı. bu anlaşmanın temel olduğu 1937’deki Sadabat Paktı’yla dört devlet, içişlerine müdahaleyi yasaklayan, sınırların dokunulmazlığını garanti eden ve uluslararası anlaşmazlık olursa aralarında karşılıklı görüşmeyi öngören bir belge üzerinde uzlaştı. Sadabat Paktı’nın imzalamasında, sınır sorunlarını kalıcı şekilde çözme, bölgedeki aşiret isyanlarını önleme ve İtalyan yayılmacılığına karşı doğuda bir güvenlik duvarı oluşturma isteği etkili oldu.

Sadabat Paktı, TBMM tarafından 14 Ocak 1938 tarihinde 3324 sayılı yasa ile onaylandı ve diğer devletlerin de onaylamasının ardından 25 Haziran 1938’de yürürlüğe girdi.

Bu pakt sayesinde Türkiye doğu sınırlarını güvenceye alırken Türkiye’yi İslam dünyasında lider ve örnek ülke konumuna yükseltmiştir.

Ancak o dakikadan sonra adeta sihirli bir el devreye girdi. İran, İngiliz-Sovyet işgaline uğrarken Irak’ta darbe oldu. Afganistan karışıklığa sürüklendi. Türkiye’de de tuhaf şeyler olmaya başlamıştı. Bu pakta çok emek veren Atatürk’ün sağlık durumu yabancı doktorlar ele aldığı andan itibaren daha da kötüleşti. Bu şartlar altında Atatürk’ün “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” derken neyi ima ettiği konusunda takdir bu konuda necip Türk ulusunundur.

Türkiye-Irak İlişkilerindeki Yükseliş Trendinin Simgesi: Bağdat Paktı

Yeni bir dünya savaşı tehlikesini daha vefatından önce öngören ve bu öngörüden yola çıkarak kurulmasına öncülük ettiği gerek Balkan Antantı, gerekse Sadabat Paktı ile “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi gereğince sulh ve selameti amaçlayan, tarafsız ve tam bağımsız bir dış politika izlemeye özen gösteren Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Irak ile ilgili politikaları, kendisinden sonraki dönemlerde de aynen devam etti.

Adnan Menderes ve başa geçen daha nice iktidarlar Atatürk’ün Irak’la ilgili politikasını aynen uyguladı…

Seçimlerde büyük bir zafer kazanarak 1950’de işbaşına geçen Demokrat Parti hükümetinin en önemli icraatlarından biri de Atatürk döneminde komşu devletlerle ve bilhassa içinde Irak’ın da olduğu Müslüman ülkelerle diplomatik münasebetler kurma ve işbirliğine gitme politikasına ivme katmak oldu.

Bu maksatla atılan en önemli adımların başında Bağdat Paktı’nın kurulması geliyordu. Derhal kollar sıvandı ve yakın temaslara geçildi.

Önce, 2 Nisan 1954’te Türkiye ile Pakistan arasında bir işbirliği anlaşması sağlandı. Hemen ardından, yeni ve daha kapsamlı çalışmalara başlandı.

Neticede 1955 yılı 24 Şubat’ında Türkiye, İran, Irak ve Pakistan devlet/hükümet temsilcileri Irak’ın başkenti Bağdat’ta bir araya gelerek “Ortak Savunma ve Bölgesel İşbirliği” ana başlığı altında hazırlanan antlaşma metnine imza attılar.

Antlaşmadan ziyade, istikbale dönük yeni bir ittifak… Sadabat Paktı’nda olduğu gibi Bağdat Paktı’nın da en önemli aktörleri arasında Irak ve Türkiye de yer alıyordu.

Bu coğrafyadaki ırkçılığı, mezhepsel, dinsel ve etniksel çatışmaları; demokrasiye giden bir işbirliği süreci içinde bitirmek, halka musallat olmuş cehalete karşı bölgesel tedbirler almak, fukaralık ve zaruretle mücadele ederek Asya’yı zaman içinde teknolojide Avrupa ile entegreye yönelik bir teşekküldü Bağdat Paktı…

Bir ayağı Avrupa’da, gövdesi Asya’da olan Türkiye’nin; başta Hint olmak üzere Fars’ın, Arap’ın ve Kürt’ün bir teknede yoğrulmasına ön ayak olması, Ön Asya’nın kaderini değiştirecek bir girişim olmalıydı.

Bağdat ile bölge; muasır medeniyete aday olduğunu, Avrupa’nın cehaletimizden istifade ederek depreştirdiği ırkçılık, dinsel-mezhepsel-etniksel anlaşmazlık, yoksulluk, Avrupa medeniyetini ecnebilik gibi manileri aşmak üzere bir teşebbüste bulunuyordu.

Dünya barışına kastedenlerin bölgede kullanabilecekleri problemleri bu anlaşma çerçevesinde barış içinde ilim ile çözmekle; yalnız bölgenin barış ve medeniyetini değil, bütün İslam dünyasının, Hıristiyanlık âleminin ve dolayısıyla dünya barışının temel taşları konulmuştu buraya: Hürriyet, demokrasi, fukaralıkla mücadele, barış, ırkçılığı bitirecek bir medeniyet projesi…

Bağdat anlaşmasını imzalayan ülkelere, o zamanın global dinsizlik ve sömürü cereyanı çok büyük cezalar vermişti.

Düşünce olarak, Avrupa’daki bu barış ve demokrasi projesinin hiç değiştirilmeden aynı misyonuyla Asya’ya taşınmasıydı, Bağdat Paktı veya CENTO…

Bağdat’ı demokratlar konuşabilir, Bağdat’ı ırkçılığa, fukaralığa, cehalete ve düşmanlığa bayrak açmış olanlar konuşabilirler… Bağdat’ı töre, vatan, millet, İslamiyet ve Türklük uğrunda bedel ödemeyi göze alanlar konuşabilirler…

Bağdat’ı demokrasi içinde bütün insanları birinci sınıfa yükseltmek, Asya ile Avrupa’nın arasında kalıcı barışı inşa etmek ve hakiki medeniyete insanlığı ulaştırmak isteyenler konuşmak zorundadırlar.

Belki de gelecekte bütün Müslüman ülkelerin aralarındaki mezhepsel ve etniksel temelli anlaşmazlıkları ve dünyevi menfaatleri tamamen aşıp bir güç birliğine gidebilmelerine vesile olacak ve İslam coğrafyasında oynanmaya çalışılan emperyalist planları bozabilecek bir potansiyele sahip olan Bağdat Paktı, birilerinin ödünü tıpkı Sadabat Paktı gibi koparmış olmalı ki Sadabat Paktı’na karşı düğmeye basan odaklar, Bağdat Paktı için de düğmeye bastı.

Zira o süreçte Bağdat Paktı öyle bir sinerji yaratmıştı ki kuruluş safhasından hemen sonra Suriye, Mısır ve Suudi Arabistan’ın da aynı teşkilata dahil olması gündeme gelmiş ve bu meyanda da ciddi çalışmalar başlatılmıştı. Böyle bir şeyi kendi pis çıkarlarına aykırı gören odaklar Sadabat Paktı gibi Bağdat Paktı’nı da bitirmeye karar verdi.

Evvela İngiltere hiç beklenmedik bir şekilde Bağdat Paktı’na girdi ve ondan sonra paktı kuran Türkiye, Irak, İran ve Pakistan’da tuhaf gelişmeler yaşanmaya başladı.

1956’da, pakta iştirak etmesi beklenen Suriye’nin Türkiye sınırına boydan boya 800 küsur kilometrelik mayın döşendi. Mayın döşemenin zahiri, yani görünür gerekçesi, kaçakçılığı önlemekti. Hakikatteyse, iki ülkenin arasında aşılması zor bir bariyer kurmaktı. Nitekim, sayısız insan-hayvan ölümlerine yol açan bu mayınların temizlenmesi defalarca gündeme getirilse de, bir türlü tam tahakkuk ettirilemedi, hayata geçirilemedi.

1950’li yıllarda ciddi bir yakınlaşmanın ümit edildiği Suriye ile bir dizi gerilim hali yaşanırken, Irak’ta da darbe ve ihtilal sıtması belirgin şekilde nüksetmeye başladı.

Ardından, Irak’ta, Türkiye’de, İran ve Pakistan’da hükümet darbeleri gerçekleştirildi. Pakta imza atan hemen bütün devlet adamları bir şekilde öldürüldüler, idam edildiler.

İngiltere’nin de bu pakta girişi bilerek bu paktı sabote etmek, içeriden vurmak içindi zira İngiltere bu pakta sonradan girdiği dakikada sanki düğmeye basılmış gibi Bağdat Paktı’nı kuran ülkelerde hükümet darbeleri gerçekleştirildi.

Özellikle Irak’ta yaşanan darbe çok dikkat çekicidir ki, Sadabat Paktı imzalandıktan sonra da hükümet darbesi olmuştu.

Komşu ve kardeş Irak’ta, 14 Temmuz 1958 tarihinde ülke ve bölge tarihinin seyrini değiştiren çok kanlı bir darbe yaşandı. Irak ordusu içindeki bir cunta, bu tarihte, Başbakan Nuri Said ile genç Kral II. Faysal’ın katledildiği kanlı bir darbe sonucu ülke idaresine el koydu.

Bu darbe ile kraliyet sona erdirilip sözde cumhuriyet ilan edildi.

Başbakanlığa getirtilen darbeci General Abdülkerim Kasım, Irak’ta tam bir dikta rejimi kurdu. Darbecilerin ilk icraatlarından biri de Irak’ın Bağdat Paktı’ndan çıktığını ilan ve tatbik etmek oldu.

Bu da gösteriyor ki, yapılan darbenin ve İngiltere’nin Bağdat Paktı’na girmesinin asıl hedefi, 1955’te kurulan Bağdat Paktı’nı akamete, sekteye uğratmak, bu teşkilatı içeriden hançerlemek ve işlemez hale getirmekmiş…

Soğuk Savaş Yıllarında Türkiye-Irak İlişkilerinin Seyri

1965 yılında Türkiye’nin Fırat Nehri üzerinde Keban Barajını inşa etmeye başlaması, Irak ve Suriye’de rahatsızlığa sebep oldu ve bu iki ülke, sorunu Arap Ligine taşımak istediler. Türkiye ile Arap Dünyası arasında çıkarılmaya çalışılan sorun, tabii olarak ülkemizin tepki vermesine sebep oldu. 1970’li yıllarda Baas rejiminin Türkmenler üzerindeki baskıları ve 1980’li yıllarda başlayan PKK terörü de Irak ile Türkiye arasında zaman zaman gerilimlere sebep oldu.

1970’li yıllardan itibaren ülkemizdeki ekonomik kalkınma hamleleri neticesinde ortaya çıkan enerji ihtiyacı, Irak’la ilişkilerimizde önemli bir etken olmaya başladı.

1990’lı Yıllarda Türkiye’nin Uluslararası Ambargo ve Yaptırımlarla Boğuşan Irak’la Hassas İlişkileri

ABD ve “Küresel Güçler” 21. yüzyılın planlamasını 1990 yılı itibarıyla yapmaya başlamışlardır. ABD için 21. Yüzyılda en büyük hedef başta Ortadoğu ama daha da önemlisi SSCB’nin yıkılması ile siyasal nüfuz boşluğu yaşanan Orta Asya enerji koridorunu kontrol altına almaktı…

ABD bu hattı kontrol altına almak için “hedef seçilen” bölgelerdeki “Üniter/Ulus Devlet” yapılarının tasfiye edilmesi gerektiğini biliyordu…

Bu ülkeler etnik, mezhepsel, dinsel temeller üzerinden küçük devletçiklere bölünecek, yöneticilerini ise “Küresel Güç Odakları” belirleyecekti.

Esasen SSCB’nin ve komünist blokun çöküşü, Soğuk Savaş’ın bitişi Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile kesinleşmişti. Berlin Duvarı yıkılmadan çok önce bu sonucu bilen küresel güç odakları Washington’da tek kutuplu yeni dünya düzenini planlamaya başlamışlardı bile. Ve bu planın belki de en önemli ve stratejik halkasını Ortadoğu’nun yeniden tanzimi oluşturuyordu.

Bu yeniden tanzim politikaları sayesinde Ortadoğu enerji koridorunun güvenlik ve kontrol altına alınması planlanıyordu. Bu nedenle bölgede “Üniter/Ulus Devlet” yapılanmalarına yeni konseptte tahammül edilmeyecekti…

Elbette ki Ortadoğu’nun yeniden tanzimi politikalarının uygulandığı ilk aşama Irak olacaktı…

Öyle ki, Saddam’ın ABD temsilcileriyle 1990 yılı Temmuz sonlarında yaptığı görüşmeler sonrası Kuveyt’i işgal etmesi ve Irak’ın 19. ili olarak da ilhak ettiğini duyurması ABD’nin aradığı fırsatı ayağına getirmiş oldu. ABD’nin başındaki uluslararası koalisyon, ABD başkanı baba Bush’un ifadesiyle, öncelikle “yeni dünya düzeni”ne adını veren bir söylem seçti ve Irak, Kuveyt’ten çıkması için uyarıldı. Bu uyarılardan sonuç alınamayınca, Irak’a ilk askeri müdahale, BM Güvenlik Konseyi’nin kararının ardından, Şubat 1991’de “yerine getirildi”. I. Körfez Savaşı sırasında ABD, Irak şehirlerini ve askeri tesislerini ağır bombardımana tabi tutmuştur. Kara harekâtı 16 Ocak 1991’de başlamış ve harekât sonucunda sadece Irak 3 günde Kuveyt’ten çıkarılmadı; Saddam’a bağlı kuvvetler, ABD müdahalesinde iş birliği yapan Barzani ve Talabani güçlerine karşı operasyona başlayınca, Irak’ta çoğunluğu Kürt olan sığınmacılar (yaklaşık 500 bin kişi) Türkiye’ye sığındı. Türkiye BM Güvenlik Konseyi’nden yardım isteyince, öncelikle 36. paralelin üstü, Irak’a “uçuşa yasak bölge” haline getirildi. Bu yasak ardından 32. paralelin altına genişletildi. Böylece, Saddam rejimi, 1991-2003 arasında, Bağdat ve çevresiyle otoritesi sınırlı bir çerçeveye dönüştü. Saddam rejiminin sınırlı bir çerçeveye dönüşmesini altın bir fırsat belleyen Amerikan-İngiliz kuvvetleri, Irak’taki hedeflere Ocak 1993, Ocak 1996, Haziran 1996 ve Aralık 1998’de periyodik hava saldırıları düzenlemiştir. Bombardımanlar sırasında su arıtma tesisleri, kanalizasyon arıtma tesisleri, elektrik üretim tesisleri, iletişim merkezleri, ulaşım ağları ve köprüler gibi sivil hedefler vurularak Irak’ın sivil altyapısı tamamen çökertilmiştir.

36. paralelin üstünün “güvenliği”, İncirlik üssünde konuşlanan uluslararası askeri güç —Çekiç Güç’e verildi. Çekiç Güç’ün, 1992’de Türkiye sınırları içinde, Cudi Dağı zirvesinde, PKK terör örgütüne attığı “yardım paketleri”, dün gibi hatırdadır. 1991’deki kara harekâtından sonra, paraleller arasındaki Irak’ta, kuzeyde Sünni Kürt, güneyde Şii Arap bölgesi olgunlaştırıldı. Türkiye’ye yönelik PKK terör örgütü saldırıları, 1992’de neredeyse Şırnak’ı hedef alarak, bölük düzeyine ulaştı, Türk Silahlı Kuvvetleri, NATO doktrinlerindeki tümen sistemlerinin merkeze alınması uygulamasını hızlandırdı, mobilize birlikler kuruldu ve bugün terörle mücadele edebilen müstesna düzenli ordulardan biri olarak kendisini ortaya koydu.

2000’li Yıllardan Günümüze: Irak’a Komşu Devletler Toplantıları, Irak’ın İşgali ve Kalkınma Yolu Projesi

Körfez Savaşı’ndan beri Irak’ta kitle imha silahı bahanesiyle yönetim değişikliği ve işgal için yıllarca kah uluslararası ambargolarla kah farklı yollarla zemin hazırlayan ABD, ağır bedel ödeme pahasına da olsa Irak’ın işgaline ve Saddam’ın gitmesine geri dönüşü olmayacak derecede kesin karar vermiştir. Öyle ki Irak petrollerinin uluslararası piyasalara Rus ve Fransız şirketleri aracılığı ile akıtılmasını engellemeyi neredeyse birinci öncelik belleyen ABD’nin şirketlerine Körfez Savaşı’ndan sonra kapalı olan Irak petrollerine, tıpkı İran petrollerinde olduğu gibi Fransız ve Rus şirketleri erişim olanağına sahipti. Bu durum Ortadoğu petrollerinin önemli bir kısmının ABD erişimine kapalı olması anlamına geliyordu. Yaptırım, ambargo hamlelerinin yanı sıra işgal, savaş planlarının yapılmasının amaçlarından birisi de Saddam rejimi yıkılarak ABD ile dost bir rejim kurulana ve Irak petrollerine ABD şirketlerinin erişimi sağlanana dek Irak petrollerinden kimsenin faydalanmamasını sağlamaya ve Saddam rejimi yıkılmasıyla ABD ile dost bir rejimi kurup Irak petrollerine ABD şirketlerinin de erişiminin sağlanacağı yeni bir düzen kurmaya çalışmaktır.

Zira Şubat 2001’de ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in başkanlığında toplanan Ulusal Enerji Politikası Geliştirme Grubu Fransız, Rus ve diğer ülke şirketlerinin oluşturduğu tehdidi değerlendirmiş ve Irak’ın petrol havzalarını gösteren ve Irak’ta petrol ile ilgili anlaşmalar imzalayan 30 ülkeden toplam 40 şirketin isimlerinin sıralandığı bir belge hazırlamıştır. Bu listede zaten bilinen Fransız, Rus ve Çin şirketlerinin yanı sıra Almanya, Hindistan, İtalya, Kanada, Endonezya, Japonya’dan şirketler yer almaktadır. Mayıs 2001’de yayınlanan belge ABD petrol açığının “ekonomimizi, yaşam standardımızı ve ulusal güvenliğimizi tehdit edeceği” yolunda uyarılarda bulunmaktadır.

Ama elbette ki Irak’a karşı işgal, savaş politikalarını gerçekleştirmenin bir yolu da; 1990’lardaki Körfez Savaşı gibi uluslararası koalisyon peşinde koşmaktansa, daha az katılımlı ancak etkili birtakım ülkeler ile bunu başarmaktı.

Bu ülkelerden birisi olarak Türkiye’yi gören ABD’li NeoCon’lara göre Türkiye, bu savaşta Washington’un yanında yer almalıydı. Hatta, uluslararası terörizmle mücadele çerçevesinde belki de savaşa birlikte girilmeliydi. Zaten PKK’ya karşı titizlikle yıllardır mücadele yürüten Türkiye’ye Kuzey Irak’ta birtakım tavizler verilirse bu, NeoCon’lara göre kafi olabilirdi.

NeoCon’lar bu görüşe sahip oladursun, Washington’un ‘‘bodrum katındaki uzmanlar’’ Ortadoğu’nun kaygan kumlarında ABD için hayati önem taşıyan bölgeleri için ‘‘ortak faaliyetlerde bulunmak’’ için Türkiye’yi razı etmenin pek de kolay olmadığını savunuyordu.

Öyle ki her ne kadar Türkiye Irak’la olan Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı’nı kapatıp uluslararası ambargolar konusunda alınan kararlara uysa da Körfez Savaşı’na katılım sağlamamıştır.

Gelgelelim 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası Afganistan’ı bombardımana tutarken Türkiye’nin de içinde olduğu ittifakın desteğini almış ABD, Irak meselesinde de Türkiye’yi kendi yanında görecek olma konusunda umutluydu.

Fakat Washington için evdeki hesap çarşıya uymayacaktı.

4-11 Ocak 2003 tarihleri arasında Türkiye tarafından Irak’a komşu olan Suriye, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve İran’dan oluşan beş devletle liderler bazında görüşmeler gerçekleştirilerek önemli bir girişim başlatılmıştır.

Neticede 23 Ocak 2003 tarihinde Türkiye tarafından İstanbul’da ‘‘Irak Konusunda Bölgesel Girişim Dışişleri Bakanlığı Toplantısı’’ başlığıyla düzenlenen zirve Suriye’nin başkenti Şam’da da düzenlenmiş, Irak meselesinde barışçı yollardan bir çözüme gidilmesi için önemli bir aşama kat edilse de savaşın başlaması ile bu çabalar boşa çıkmıştır.

20 Şubat 2003 Salı günü ABD Başkanı Bush, ABD Ankara Büyükelçisi Pearson’dan savaşa katılmasının Türkiye’ye tarih tarafından verilen bir görev olduğunu, bu görev yerine gelmezse ABD’nin büyük bir hayal kırıklığına uğrayacağını anlatan bir mesaj iletmesini istemişti.

Bush yönetimi 21 Şubat 2003 Çarşamba günü Türkiye’nin Amerikan taleplerine yanıt vermesi için bir gün süre verirken Türk tarafından gelen karşılık ise tezkere oylamasının 24 Şubat 2003 tarihine atılması şeklinde olacaktı.

Bu gergin günlerde karşılıklı demeçler ve manevralar baş döndürücü bir hızla ilerleyedursun 25 Şubat 2003 tarihinde Türk mercileri tarafından yapılan bir açıklamada Amerikan askerlerinin Türk topraklarında konuşlanıp konuşlanmayacağı konusundaki son kararın TBMM tarafından verileceği ve bu karara herkes tarafından da saygı duyulması gerektiği belirtiliyordu.

Bu manzara karşısında Washington cephesinde ise şaşkınlık hakimdi.

28 Şubat 2003 tarihinde yapılan ve 4,5 saat süren Millî Güvenlik Kurulu toplantısında da savaşla ilgili bir tavsiye kararı çıkmamıştı. MGK, sessiz kalmayı tercih etmişti.

1 Mart 2003 tarihine gelindiğinde herkes nefesini tutmuş, Türk parlamentosundan çıkacak karara kilitlenmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne oylanmak üzere getirilen Irak Savaşı tezkeresine göre ABD askeri —80 bin adet— Irak’a Türkiye sınırından geçerek girecek, limanlarımıza ve bazı havaalanlarımıza ABD askeri konuşlanacaktır…

ABD Türkiye’nin zor bir ülke olduğuna inanmasına rağmen sonuçtan emindir… Ancak 1 Mart 2003 tarihi onlara ebediyen unutamayacakları bir şok yaşatır… Tezkere reddedilerek TBMM’den geçmemiştir. Bu tezkereden geriye ise Türkiye ve Ortadoğu tarihine yüz akı olarak geçecek olan tezkere oylamasının kahramanları kalmıştı. TBMM, o günkü oylamada hakikaten bir demokrasi örneği ortaya koymuştu.

ABD sonuçtan o kadar emindir ki savaş gemilerini 19 Şubat 2003 tarihinden beri İskenderun Limanı açıklarında bekletmektedir. Karar geçer geçmez harekât başlayacaktır… Büyük bir düş kırıklığı ve kızgınlık hakimdir Washington’da…

Bu karar Türk hükümetine içeride daha geniş bir meşruiyet sağlarken, dışarıda büyük bir saygınlık getirdi.

Bir de üstüne üstlük İncirlik’in kullanılmasına yönelik Türk tarafının tavırları da çok ilginçti. 50 bin ABD uçağının hava sahasından kovularak İncirlik’in kullandırılmaması ABD’yi çok kızdırdı. Sadece hava sahasının açılması ve üslerimizi, limanlarımızı ve bazı havaalanlarımızı kullanamayan ABD bu tablo karşısında Türk hükümetine karşı küplere binmişti. TSK içinde de savaşa, işgale karşı direniş olunca ABD’nin karşılığı çuval hadisesiyle oldu.

Nitekim ABD’nin Irak işgali ve sonrasında çekilmesiyle ortaya çıkan boşluktan terör örgütleri faydalandılar ve Irak’ta yaşanmaya başlayan iç savaş da bölgedeki yangına benzin oldu.

Zorlu bir coğrafyada ikili ilişkileri geliştirmeye çaba harcamakla meşgul olan iki ülke, terörden ziyadesiyle olumsuz etkilenme konusunda ortak kadere sahiptir. Ülkemizin Irak konusundaki politikası; güçlü tarihi bağlara sahip olduğumuz komşumuz Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, güvenlik ve istikrarının tesisi, iç barışının sağlanması, ülkenin ekonomik refaha kavuşması, bölge açısından güvenlik ve refah üretebilen bir devlet haline gelmesi, komşularıyla ve uluslararası toplumla yeniden bütünleşebilmesi şeklinde olagelmiştir. Bu amaçla ülkemiz, çeşitli yolları deneyerek bölgenin huzurunu tesis etme adına gayret göstermeye devam etmektedir.

Savaşın, terörün, işgalin aralıksız devam etmekte olduğu, sivil vatandaşların can verdiği ve dolayısıyla ekonominin işlemesinden bahsetmenin zor olduğu bir coğrafya gerçeğine rağmen Türkiye ile Irak arasında ekonomik ilişkiler devam etmektedir. Türkiye–Irak ekonomik ilişkilerinin gelişmesinin iki ülkenin de yararına olduğu açıktır. Bu bağlamda ticari ilişkilerin daha da geliştirilmesi için bölgesel sorunlarla ortak mücadele etme kararlılığı gereklidir. Bölgede yaşanan siyasal, etnik ve mezhep çatışmalarının önüne geçebilme adına stratejik ortaklığın önemi büyüktür.

Ekonomik ilişkilerin daha da geliştirilmesine şüphesiz en büyük katkı, son yıllarda iki ülkenin ortak gerçekleştirdiği Kalkınma Yolu Projesi olacaktır. Basra Körfezi hinterlandını Türkiye üzerinden Avrupa’ya açacak olan bu proje, güzergâh üzerinde kurulacak yeni sanayi ve üretim tesislerini de destekleyecek nitelikte.


Makaleye Yorum Yaz Rastgele Makale Getir

Yazar


Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin

En son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için ücretsiz abone olun.

Bir Yorum Yazın

İlginizi Çekebilir

Başa dön tuşu

Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen ücretsiz abone olun.

Okumaya Devam Edin

Gizliliğe genel bakış

Bu web sitesi, size mümkün olan en iyi kullanıcı deneyimini sunabilmek için çerezleri kullanır. Çerez bilgileri tarayıcınızda saklanır ve web sitemize döndüğünüzde sizi tanımak ve ekibimizin web sitesinin hangi bölümlerini en ilginç ve yararlı bulduğunuzu anlamasına yardımcı olmak gibi işlevleri yerine getirir.

Detaylı bilgi için Gizlilik ve Çerez Politikamız sayfasını inceleyebilirsiniz.

Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Makale Arşivi olarak, sizlere değer katacak bilgileri sürekli araştırıyor ve en güncel makaleleri sizinle paylaşıyoruz.
Bu platformu ayakta tutan en önemli destek, reklamlardan elde edilen gelirlerdir. Reklamlarımızı, sizlere en iyi deneyimi sunmak adına, mümkün olan en az rahatsız edici şekilde yerleştirmeye özen gösteriyoruz. Sizden ricamız, bu değerli içeriği sürdürebilmemiz için reklam engelleyicinizi kapatarak bize destek olmanızdır. Desteğiniz, gelişmeleri size ulaştırmaya devam etmemize katkı sağlayacaktır.