İslam TarihiTarih

TÜRKLER GÖNÜL RIZASIYLA MI KILIÇ ZORUYLA MI MÜSLÜMAN OLDU? YOKSA UZUNCA BİR TOPLUMSAL-ASKERİ-EKONOMİK-İDEOLOJİK OLAYLAR ZİNCİRİ SONUCU MU İSLAMLAŞTI?

Türklerin İslamiyet’i kabul etmesi konusundaki görüşler iki uçta inceleniyor:Birincisi, Türkler İslam’la karşılaşınca İslam’ı kucakladılar.İkincisi, Türkler kılıç zoruyla Müslüman oldular.

Ayrıca Türklerin Müslüman olması konusunda milat olan tarihi olaylar bağlamında iki farklı görüşün ele alındığını belirtmiş olalım:

Birincisi, Türkler Talas Savaşı sayesinde hak din İslam’la şereflenip yüceldi. İkincisi, Türkler Talkan, Derbent ve Cürcan ile korkutularak, ürkütülerek, aşağılanarak, köle yapılarak Arap dini İslam’a köle, uşak yapıldı, Arap/İslam karanlığına mahkum edildi.

Peki yıllara dayanan bir süreci temel edinmemiş ve tek bir olay veya olaylara sabitleyerek bir ulusun, bir milletin, bir ırkın, bir kavmin yaptığı din, ideoloji değişikliğini zorlama ve sığ yorumlarla izah etmek ne kadar gerçeğe ve mantığa uygun?

Herhangi bir topluma, hele ki Türk ulusuna toplumsal-ekonomik-ideolojik açıdan kabul etmeye hazır olmadığı bir sistemi korkutarak, sindirerek, boyunduruk altına alarak zorla benimsetmek mümkün mü?

Veyahut herhangi bir toplumun “Hadi artık bu dine inandığımız kâfidir, hadi şu inanca geçelim.” diyerek bir gecede can sıkıntısıyla ideoloji ve inanç değişikliğine gitmesi gerçekten mümkün mü?

Bizce değil. Zira böyle bir bakış açısının bilimsellikten uzak olduğu vakıadır ki her toplum eşiğine geldiği veya içine girdiği toplumsal süreçlere uygun kurumları ve ideolojiyi kabul eder. Kılıç orada bir araçtır. Ancak henüz daha yerleşik hayata bile geçmemiş ve dolayısıyla medeniyet kuruculuğu aşamasına gelmemiş bir topluma kılıcı vasıta yaparak inanç ve ideoloji değişikliğini yaptırabilmeniz mümkün değildir, anca kesip doğrayabilirsiniz ki Türkler Emevilerin, Kuteybe bin Müslim’in, Haccac’ın eliyle zorla Müslüman olsaydı o zaman Türkçe’nin geleneksel İslâm dilinde çoğunluğu Farsça değil Arapça kelimeler oluştururdu.

Türkler İslâm’ın hükümlerini Emevilerden/Araplardan değil, başta Ebû Müslim Horasani ve Samanîler olmak üzere kendileri gibi Orta Asya’nın yerlisi olan etnik topluluklardan öğrenmişlerdir. Türkçe’nin geleneksel İslam dilinin Arapça değil, bu dillerden ödünçleme olması (çoğunlukla Farsça’dan olarak peygamber, namaz, abdest, oruç vb.) bu gerçeği apaçık ortaya koymaktadır.Yani Türkler, Emevilerin zoruyla Müslüman yapılsaydı o zaman oruca oruç değil savm/savmın/sıyâm derdik, namaza namaz değil salah derdik, peygambere peygamber değil resul derdik, abdeste abdest değil vudû derdik.

Ve Türkler bir olay veya olaylarla Müslüman olmamış, asırlara dayanan uzun bir olgu ve süreç sonucunda İslamlaşma yaşamıştır. Ondandır ki Türk kavimleri arasında İslamiyet’i ilk benimseyenler yerleşik hayat ve tarımda bir hayli ilerlemiş ve şehirler kurmuş olan Karahanlılar olmuştur. Her toplum eşiğine geldiği veya içine girdiği toplumsal süreçlere uygun kurumları ve ideolojiyi kabul eder.

Yani bir toplumda kalıcı değişiklikler yapmak için tek bir olay değil, olaylar zincirinden meydana gelen uzun bir toplumsal süreç lazım gelir.

Ya da Amerika’yı işgal eden Avrupalılar, kabile toplumu koşullarında yaşayan Amerikalı Kızılderililere kapitalist toplumda örgütlenmeyi gerçekleştirdikleri onca katliamlara, soykırımlara rağmen zorla dayatamazlardı ve dayatamadılar. Neticede inanılmaz bir askeri direnişle karşılaştılar. Yapılan katliamlara rağmen amansız biçimde direniş bitmemiştir. Amerika’nın kapitalistleşmesi ancak askeri usullerin yanı sıra ekonomik ve ideolojik araçların da dahil olmasıyla asırlar süren bir olgunun neticesinde gerçekleşebilmiştir.

Öte yandan şöyle de bir durum var: Türkler artık İslam’ı özümseyerek, içlerine sindirerek benimsedikleri vakit artık savunma yapan, direniş gösteren taraf değil, taarruza geçen taraftılar. Yani artık Türkler Müslüman olmuş, ancak üstün ve güçlü taraf olarak… Daha sonra Moğolların da Müslüman olması gibi… O zaman tarihçi Barthold’un dediği gibi gönüllü olarak, ellerinde kılıçlarıyla bu yeni dine giren Türklerin kendilerine zorla sunulana değil, kendi kabul ettiklerine girdiklerini söylemek yanlış olmayacaktır. (Karatay, 2018)

Bu yazıyı okuyanlara önereceğimiz esas kaynaklardan biri, Uygur Türkü Seyfeddin Aziz’in Türkiye’de ilk defa 1990’lı yıllarda Ocak Yayınları tarafından yayımlanan “Satuk Buğra Han” adlı romanıdır. Roman, Karahanlılar’ın Satuk Buğra Han döneminde İslamiyet’i kabul etmelerinin öyküsünü gerçeğe yakın bir kurgusallıkta anlatıyor. Kitaptaki süreci ve diyalogları okuduğunuzda yukarıda ortaya sunulan kanıtların doğruluğuna daha çok yaklaşıyorsunuz.

TÜRKLERİN İRİLİ UFAKLI ZÜMRELERDEN BAŞLAYARAK KİTLELER HALİNE DÖNÜŞEN İSLAMLAŞMA SÜRECİ ÜÇ AŞAMAYA AYRILIR

Bugüne değin her ne kadar Türklerin İslam’a girişi Talkan, Derbent, Cürcan ve Talas gibi hadiselere bağlansa da esasen çok küçük topluluklar da olsa, Türklerin Müslüman olmaya başlaması Hz. Muhammed zamanında başlamıştı. Yani Türklerin İslam’la ve Araplarla karşılaşması ilk savaşların başladığı Hz. Osman’dan ve savaşların sürdüğü Emevilerden daha önce gerçekleşmiştir. Zira Türkler daha Hz. Muhammed’in sağlığında hem biliniyorlardı ve hem de karşılıklı ilişkilere sahiptiler.

Bu yazımızda, İslâm’ın ilk yıllarında Türklerle olan temasların bazılarına değinmek istiyorum.

Muhammed Hamidullah’ın İslam Peygamberi adlı eserine göre, Basra ve Bahreyn’de Arap tacirlerinin sık sık uğradıkları Muakkar ve Debâ ticaret panayırlarına İran, Hindistan ve Asya’dan insanlar katılırdı. Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin Basra ve Bahreyn’e ticarî seyahatte bulunduğunu bildirdiğini dikkate alırsak, daha o dönemde Türkler hakkında fikir sahibi olması normaldir.

Hz. Muhammed önderliğinde Müslümanların ilk kez zafer kazandıkları savaş olan Bedir savaşının Türkler açısından da farklı bir önemi vardır.

Müslümanlar, Ebu Cehil’in önderlik ettiği Mekkeli İslam düşmanları ile ilk kez karşı karşıya geldiler. Bölgenin ticaret ve tüm zenginliğini ellerinde tutan Kureyşliler için İslâm’ın yayılması büyük bir tehdit oluşturuyordu.

Müslümanların, nedenleri ve sonuçları bakımından her daim hatırlamaları gereken Bedir savaşının bir özelliği de, İslâm Peygamberi Muhammed bin Abdullah’ın karargâh olarak Bedir’e hakim bir tepede kurduğu çadırdır.

Miladî 624 yılında yapılan Bedir savaşına katılan Abdullah bin Mes’ud ve Abdullah bin Abbas, Hz. Muhammed’in kullandığı yuvarlak bir çadırdan bahsettiklerini Mustafa Asım Köksal, İslâm Tarihi eserinde belirtiyor.

Kubbetu’t Türkiyye (Türklerin Çadırı) olarak ifade edilen bu çadırın daha sonra da kullanıldığını İbn Sâd, Taberi ve Buhari’nin aktarımlarından anlıyoruz.

9. yüzyılda yaşayan Müslim bin Haccac’ın Sıyam eserinden şu ifadeyi paylaşmak istiyorum: “Hz. Peygamber Ramazan ayının ilk on gününde itikâfa girerdi. Daha sonra girişinde hasır gerilmiş Türk çadırında Ramazanın ikinci on gününde itikâfa girdi. Hasırı eliyle kaldırdı kapıya doğru yürüdü ve başını çıkararak insanlarla konuştu.”

Öte yandan, Müslim’in Muhtasar adlı eserinde yer alan başka bir rivayete göre de, Hz. Muhammed, İstanbul’un fethedileceğini müjdelediği konuşmasını Kubbetu’t Türkiyye’nin gölgesinde dinlenirken yapmış olmalıdır.

Hudeybiye anlaşmasının bu çadırda imzalandığı, Mekke’nin fethinde Merru’z Zahran mevkiinde Kubbetu’t Türkiyye’nin kurulduğu ve görüşmelerin bu çadırda yapıldığı, hatta Ebu Süfyan’ın bu çadırda görüşmeye geldiği pek çok kaynakta belirtilmektedir.

Vâkıdî’nin Meğâzî eserinde ise, 627 yılında yapılan Hendek savaşında Hz. Muhammed’in Kubbetu’t Türkiyye kullandığı belirtilir.

Yine Taberî, müslümanların Hendek savaşına hazırlandıkları sırada, Hendek kazılırken büyük beyaz bir kayanın ortaya çıktığını ve sahabenin onu parçalamayı başaramaması üzerine Selman el-Fârisî’nin bu esnada Hendek kazılmasını denetlemek için kurdurulan Türk çadırında bulunan Hz. Peygamberin yanına giderek durumu haber verdiğini bildirmektedir. (Taberî, Târîh, II/92)

Tüm bu ifadelerden anlıyoruz ki, İslâm Peygamberi için Türkler yabancı, bilinmeyen bir topluluk değildir.

Hatta Hatîb el-Bağdadî, Süyûtî, Müttakî el-Hindî ve Gümüşhanevî’nin hadis olarak naklettikleri bir rivayete göre de, “Muhammed bin Müslim, Rasulullah (s.a.v.)’in şöyle dediğini nakletmiştir: Hıfz/muhafaza etme/koruma on kısıma ayrılmıştır. Bunun dokuzu Türklerde, biri diğer insanlardadır.” (Taberî, Târîh, II/487)

Hatta şu an okurlarıma 1923’te Cumhuriyet ilan edilirken yeni Türk devletine konan Türkiye Cumhuriyeti’nin ismi Kubbetüt Türkiyye’ye dayandırılmıştır desem inandırıcı olur muydu?

Belki çok ilginç gelecek ama Türkiye Cumhuriyeti ilan edilmeden önce bir gün Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından köşke davet edilen Milli Mücadele destekçisi Ankara müftüsü olan ve ilk Diyanet İşleri Başkanımız olan Mehmet Rıfat Börekçi, Atatürk tarafından davet edilme gerekçesi olarak sorulan şu sorunun muhatabı olur: “Hocam, yeni genç Cumhuriyetimizin adı ne olsun?”

Börekçi’nin cevabı, hayati derecede önemlidir: “Paşam, Peygamber Efendimiz, Hendek savaşını bir Türk çadırında yönetti. O çadıra da Kubbetu’t Türkiyye diyordu.”

Bu sözleri duyan Atatürk çocuk gibi sevinip heyecanlanır: “Desene Peygamber efendimiz daha 1400 sene önceden Cumhuriyetimizin adını koymuş. Hadi, Cumhuriyetimizin adı Türkiyye olsun!”

Dünyada hiçbir devlet yoktur ki, kuruluşundan 1400 sene önce Türk bir peygamber tarafından adı konulmuş olsun. Bir tek Türkiye Cumhuriyeti vardır.

Ezcümle Türklerin Araplarla ve İslam’la karşılaşması Hz. Muhammed hayattayken mümkün olmuştur.

Dolayısıyla her ne kadar devlet başkanı seviyesinde ilk Müslüman Türk Satuk Buğra, ilk Müslüman Türk devleti de Karahanlılar olsa da ilk Müslüman şahısları ele alırsak Osman bin Talha ve İslam’ın ilk şehidi Hz. Sümeyye ilk Müslüman Türklerdir. Mekke’de yaşayan Yasir ailesinin bir ferdi olan Sümeyye anamız aslen Türk’tür. Kendi kavmi arasındaki adı Pamuk idi. Mekke’ye bir cariye olarak gelmiştir. İslam dini doğunca da iman etmiştir. Mekke’nin azgın müşriklerinden Ebu Cehil tarafından Şehid edilmiştir. Hz. Sümeyye, Tarihe İslam’ın ilk şehidi olarak geçme şerefine nail olmuştur. Esasen ilk Müslüman Türk sülalesi de “Süreyciler”dir. Bu bulgu, esasında yüzlerce yıldır gözlerimizin içerisine bakıyor ve bu koca gerçeği haykırıyordu. Türk-İslam tarihinin satır başı olacak, Türklerin İslam dinine ne denli büyük ve önemli hizmetleri olduğunu kavramamızı sağlayacak bu tarihi tespit, ilk Müslüman Türk boyu olan Süreycileri karşımıza çıkartıyor.

Oğuzların Bozok kolundan olan Kayı Boyu’nun bir kolu, 500’lü yıllarda Ak Hun İmparatorluğu döneminde yaşayarak Ak Hunların yıkılmasından sonra ticaret yolları üzerinden göç edip Mekke’ye ulaşmış, burada yerleşerek Süreyc kabilesini kurmuş ve kadim Türk Mesleği olan demircilik yaparak ürettiği kılıçlarla Mekke’de ün salmıştır. Kendi imalatları olan Süreyciyyat ismi verilen kılıçları Arap Beyleri arasında imtiyaz simgesi haline gelmiş ve şöhret bulmuştu.

Süreyci kabilesi pek çok Arap tarihi kaynaklarında geçmektedir. Zira Süreyciler, kadim Türk mesleği olan demircilikte fevkalade maharetliydiler. Bu maharetleri ile Arap kaynaklarında hayranlıkla bahsedilen “Türk Kılıcı” Süreycilerin ürettiği kılıçlardır. Süreyciler bu maharetli kılıçları ile kendisinden sıkça söz ettirmiş, pek çok İslam halifesi Süreyci kılıçlarını kuşanmışlardır. Arap Tarihçileri, Süreycilerden bahsederken “Ubeydullah Türkü” demektedirler. Ubeydullah, Süreyci kabilesinin önde gelen isimlerinden birisi idi ve ünlü bir kılıç ustasıydı. Tabakat bilginlerinden olan Arap Tarihçisi Ebû’l Ferec el İsfahani, kaleme aldığı Kitabül Egani adlı eserinde Süreycilerden bahsederek ; “Ubeydullah’ın Atası Türk’tür” der. Daha pek çok tarihi anekdotta da Süreycilerin Türk olduğu zikredilmekte, Arap Tarihçileri tarafından tereddüde mahal bırakmayacak şekilde Süreycilerin Türk oldukları teyit edilmektedir. Arap tarihi kaynaklarının yanı sıra Türk Tarihi’nin 4. ve 5. Yüzyıldaki demografik yapısıyla bunu teyit etmek mümkündür. Bunun yanında Süreyc kabilesinin, Osmanlı Devletinin kurucu unsuru olan Kayı Boyu’dan olduğu gerçeği de yeni ortaya çıkmış durumdadır. Aslında bu gerçek yüzyıllardır gözümüzün önünde durmaktadır. Bu önemli bulgu, araştırmacı yazar Oktay KELEŞ tarafından tespit edilmiş, kendisi yaptığı çalışmalar ile bu gerçeği gün yüzüne çıkartmıştır.Bu kabile, 500’lü yıllarda Mekke’de kalabalık bir sülale haline gelince kazandığı saygınlık ve itibar ile Kâbe Kayyımlığını, yani Kâbe’nin koruyuculuğunu üstlenmiş ve Kâbe’nin anahtarlarını teslim alarak bu vazifeyi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dönemine kadar devam ettirip Peygamber Efendimize (s.a.v.) Kâbe’nin kapısı açmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), saadet asrında Mekke’nin hâkimi olunca Kâbe’nin anahtarlarını son Kayyım olan Süreyc kabilesinin reisi Osman Bin Talha’dan almıştır. Osman Bin Talha, Kâbe’nin koruyucu sülalesi olarak 5 kuşaktır Kâbe Anahtarlarını taşıyan Süreycilerin reisidir. Bu anahtarları alma hadisesi 630’da Mekke’nin fethinden sonra gerçekleşmiştir.

Ayrıca İslâm’ın ilk döneminde Türkler hakkında en önemli araştırmalardan birisini yapan Doç. Dr. Ali Dadan’a göre “Bu pazar ve panayırlarda Türklerin ve Türklere ait ticaret mallarının bulunduğunu ve bu milletin varlığından Arapların ve özellikle Hz. Peygamber’in haberdar olduğunu gösteren en önemli delil, Buharî ve Müslim’in rivayetlerinde söz edilen Türk çadırıdır. Hadislere kadar yansıyan Türklere has bu eşyanın Arapların eline ancak ticaret yoluyla geçtiğini gösteren önemli bir veridir.” (İSLAM TARİHİ KAYNAKLARINDA TÜRKLER- DOKTORA TEZİ, KONYA, 2013)

Bütün bunlardan dolayı Hz. Muhammed devri, Türk-Arap/İslam ilişkilerinde ilk safha olarak görülebilir.

İkinci safhaya gelince Müslüman Arapların Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemindeki hızlı fetih hareketleri ile İslam Devleti, İran coğrafyasına hakim olmaya başlamıştır. 636 yılında Kadisiye, 637 yılında Celula ve 642 yılındaki Nihavend Savaşı ile birlikte İslam Devleti’nin, İran’ı tamamen fethetmesiyle Hz. Ömer devrinde Türkler ve Araplar komşu olmuştur. Ebu Davud’un Melahim’inden aktarılan bir hadiste “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın.” sözüne riayet eden Hz. Ömer Seyhun’un ötesine geçilmemesini emretmiştir. Lakin 644’te başa geçen Hz. Osman’ın hilafeti devrinde yaşanan 652 Belencer Muharebesi ile Türk-Arap savaşları başlamıştır. Bu muharebede İslam Halifesi Osman ile Musevi Türk Devleti Hazarlar arasında yapıldığı bilinen ilk muharebedir. Savaş Hazarlar’ın galibiyeti ile sonuçlanmış, Abdurrahman bin Rebîa bu savaşta ölmüştür.

Hz. Osman döneminde başlayıp Emeviler döneminde şiddeti artarak devam eden Türk-Arap savaşları esnasında Türkler, hem Kafkaslar hem de Türkistan’da Emevîlerin saldırgan/savaşkan tutumlarını görünce cephe aldılar. Bu tutumlar sonucu gerçekleşen Talkan, Derbent ve Cürcan ise Türklerin İslam’a girişini etkileyen ve hatta geciktiren “kötü bir karşılaşma” dönemi oldu. Bunu İslam’la değil de Araplarla karşılaşma olarak almak akla ve bilimsel gerçekliğe daha uygun olacaktır. Sonuçta o dönemde yabancı topluluklar, dinlerinden ziyade etnik kimlikleriyle biliniyordu. Tüm bunlar olurken 680’de yaşanan Kerbela Vakasında Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinden sonra, Hz. Muhammed’in (sav) torunları Türkistan’a göç edip Horasan ve Maveraünnehir’e yerleşmişlerdir. Ehl-i Beyt mensubu bu insanlar Türkistan’ın yerlileriyle kaynaşmış, etkileşim yaşamışlardır. Bu insanların da diyalog, tebliğ, konuşma yoluyla İslam’ın yayılmasında etkili oldukları söylenebilir. Bütün bunların yanı sıra Emeviler döneminde bölgesel yönetici veya şehirlerin başındaki vali gibi görev yapan bazı Türk yöneticilerin ve küçük bir kısım Türk grubunun İslamiyet’i kabul ettiklerini görmekteyiz. Nizek Tarhan da bunlardan biridir. O halde “mücadele süreci adı verilen bu dönemde Türkler içerisinde neden İslamiyet’e geçenler olmuştur?” sorusuna bir cevap bulmak gerekecektir.

Dolayısıyla Türklerin İslam’a geçişini Talkan, Derbent ve Cürcan’a sabitleyerek Türklerin kılıç zoruyla İslamileştirildiği şeklindeki varsayımlar hatalı olup kılıç dışı aktörler de (tebliğ, ticaret, diplomasi vb.) yaşanan bir değişimde etkilidir. Bütün bunların yanı sıra baskıcı yönetimin varlığı Türkler tarafından Emevilere iyi duygularla bakılmamasını beraberinde getirirken Emevilere karşı direniş büyümüştür. Dolayısıyla böyle bir yönetim şekli kılıç zoruyla da olsa Türklerin İslamlaşmasını sağlayacak bir unsur olmaktan uzak olup ancak Türklerin İslam’la ve Araplarla kötü bir karşılaşması olarak tasvir edilebilir. Ayrıca bu kötü karşılaşmanın yanı sıra konar-göçer Türklerin Araplara ve İslam’a çeşitli vesilelerle sundukları itirazlar da Türklerin İslamlaşmasını oldukça yavaşlatmıştır. Zira İslam coğrafyacısı Yakut el-Hamavi, 724-743 yılları arasında Halifelik yapan Hişam’ın, Türk hakanını İslam’a davet için elçi gönderdiğini, hakanın elçilik heyetini kabul etmekle birlikte önemli bir çekinceyi dile getirdiğini kaydetmektedir:“Bu askerler içerisinde ne bir hekim, ne bir kunduracı ve ne de bir terzi vardır; hepsi askerdirler, eğer bunlar Müslümanlığı kabul eder ve İslam’ın şartlarını yerine getirecek olurlarsa hayatlarını nasıl sürdürürler”Söz konusu anlatım bize göstermektedir ki, Türkler tarafında İslam inancı tamamen yerleşik bir kültür olarak algılanmakta ve bu yerleşik kültürün ise ordu-millet olarak bilinen Türk sosyal hayatına aykırı olacağı düşünülmektedir.Bu bilgiden hareketle Emevi siyasetinin Türklerin İslamlaşma süreci üzerinde olumsuz etkisi olduğu kadar, Türk tarafının İslam kültürünü Arap kültürü olarak görmesinde etkili olduğunu söylememiz gerekecektir.Ancak burada aktarılan Türk hakanının sözleri doğrultusunda daha sonraki dönemler için sadece Talkan, Derbent ve Cürcan’ı referans alarak “Türklerin İslamiyet’i kabul ederek milli hasletlerini kaybettiği” şeklinde bir değerlendirmenin yapılması oldukça zorlama bir yorum olacaktır.

Türk-İslam kavramının devlet ve toplum hayatında büyük ölçüde var olduğu Karahanlı dönemine ait bilgiler, gerekse daha sonraki süreçte Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin Türk ve dünya tarihine etkisi göz önüne alındığında Türklerin İslamlaşmasına milli hasletlerin kaybedilmesi olarak bakılması oldukça zordur. 8. yüzyılın ilk yarısı ile ilgili değerlendirmeyi tamamlayabilmek için konuyu bir başka açıdan değerlendirmek de gerekmektedir. Bahsi geçen değerlendirme, bu dönem içerisinde Emevi yönetiminin Türk askeri gücüne bakışı ile ilgilidir.

Bu konuda bir başka İslam coğrafyacısı el-Cahiz’in yazdığı ve Ramazan Şeşen’in Türkçe’ye Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Fazîletleri adıyla tercüme ettiği “Fezâilü’l-Etrâk” adlı eserine baktığımızda, 729-733 yılları arasında Horasan Valiliği yapan Cüneyd b. Abdurrahman’ın Türk hakanının kuvvetleri karşısında yaşadığı şaşkınlığı görmek mümkündür: “Bir defasında Horasan Valisi Cüneyd b. Abdurrahman Türk hükümdarı Hakan ile karşılaştılar. Hakan’ın durumu ve kuvveti Cüneyd’i korkutup dehşete düşürdü, birlikleri ve ordusu onun gözüne çok göründü, üzerinde çok fena bir tesir bıraktı…”Yine aynı kaynakta Hz. Muhammed’in Türklerle sulh içerisinde yaşanmasına dair hadisine atıfta bulunulduktan sonra Türklerle mücadeleden kaçınılması konusu vurgulanmaktadır:“…Bu zararı çok, elde edilecek ganimeti az bir düşmandır demiştir. Ömer, bu şekilde en iyi bir kinaye ile onlara (Türklere) taarruzdan menetmiştir…”Burada aktarılan sözler değerlendirilecek olur ise, Emevi yönetiminin Türklere elçi göndererek İslam’a daveti konusu daha anlamlı hale gelmiş olur. Çünkü Emevi yönetiminin, sahip olduğu askeri meziyetler nedeniyle Türkleri İslam dünyası içerisine almaya çalıştığını görmekteyiz. Emevilerin 750’deki yıkılışından sonra Abbasilerden itibaren Arap milliyetçiliği bırakılmış ve Dört Halife döneminde olduğu gibi farklı milletlere karşı sert tavırlardan kaçınılan bir politika izlenmiştir. Bu da Türklerin Araplara ve İslam’a olan bakışını etkilemiş ve Türklerin İslamlaşması artık kitleselleşmiştir. Bu da üçüncü aşama olarak nitelendirilebilir.

Bütün bunlar olurken Emeviler döneminde Türkistan’a göç eden Ehl-i Beyt mensupları, yani İmam Hasan (as) ve İmam Hüseyin’in (as) soyu 8. yüzyılın başlarından itibaren İran, Horasan, Daylam, Tabaristan, Türkistan bölgesine yayılmışlardır. Abbasilerin yumuşak politikalarına ek olarak Ehl-i Beyt imamlarının Türkleri İslam’a büyük bir muhabbetle davet etmeye başlaması da Türklerin İslamlaşmasına ekstra olumlu ivme kazandırmıştır. İmam Musa Kazım (as) ve oğlu İmam Rıza (as) Horasan bölgesinde yaşamış olup, kendileri ve çocukları yerli halkla evlenmişlerdir. İmam Zeynel Abidin (as) oğlu Zeyd soyu, İmam Cafer’in (as) oğlu İsmail ve onun oğlu Muhammed soylu imamların Türklerle yakın ilişkileri olmuştur. Halife Memun’un, İmam Rız’ı (as) veliaht tayin etmesi ile Türkler Abbasi ordusunda ve yönetiminde önemli mevkilere getirilmişlerdir. Abbasiler, İmam Naki’yi (as) Samarra’da yaşamaya mecbur ettiklerinde, İmam Naki (as) de bu bölgede Türklere İslam’ı tebliğ etmiştir. Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’le birlikte artık İslam dünyasının sadece dini liderliği Abbasilerde kalmış, İslam dünyasının siyasi liderliği Türklere geçmiştir.

Ve süreç içerisinde 9. yüzyılın son demlerinde Müslüman olmayan ama kentsel ticari alanlara uğrayan veya kendi memleketlerinden geçen kervanlarla hemdem olan Türkler, karşılarında artık Müslüman soydaşlarını, en azından Türkçe konuşan Müslümanları daha çok görmeye başladılar. Dahası bozkırdaki kıtlık zamanı yerleşik hayata akın yaptıklarında kendi Müslüman soydaşlarını buldular.

Bütün bunlarla birlikte Türklerin Müslüman olunca benliğini kaybetmesi tartışmalarına ek olarak Türklerde kadının İslam öncesindeki ve sonrasındaki yeri konusunda milli hasleti kaybedip kaybetmeme tartışmasını da ele alacak olursak Türklerde kadın İslam öncesinde baştacı olduğu gibi İslam sonrasında da değerinden bir şey kaybetmemiştir. Zira buna en güzel kanıt olarak İslam öncesi Türklerde Tomris Hatun, İslam sonrası Türklerin önemli bir İmparatorluğu olan Babür İmparatorluğu’nun imparatoriçesi Nur Cihan gösterilebilir.

SONUÇTürklerin İslamiyet’e geçişi kılıç zoruyla değil, toplumsal-ekonomik-ideolojik-diplomatik olaylar zincirinden oluşan uzun bir süreçle olmuştur.Türkler İslamiyet’i kucak açarak kabul etmemişlerdir, Emevilerin Talkan, Derbent ve Cürcan örneklerinde olduğu gibi ortaya koyduğu mevali politikalarıyla Türklerin İslam’a geçişi durma noktasına gelmiştir. Eğer “Türkler kılıç zoruyla Müslüman oldular” dersek, Hz. Muhammed döneminden Emeviler dönemine kadar irili ufaklı zümrelerle milim milim başlayarak yaşanan ve Emeviler döneminde yavaşlama noktasına gelip Abbasiler döneminde yeniden hız kazanıp kitleler halinde devam eden uzun bir kültürel, siyasi ve sosyal etkileşim ve bu etkileşimden doğan değişim sürecini göz ardı etmiş oluruz. Ayrıca Türk imparatorluk ve devlet birikimi yanında İslamiyet’in tarihsel rolünü de göz ardı ederiz. Bu tür değerlendirmeler İslamiyet’e ve özellikle İslam’a karşı tarihsel olmayan konumlanışın ürünüdür.

Kaynaklar:

  • Osman Karatay, Türklerin İslam’ı Kabulü, Kripto Yayınevi, İstanbul, 2018
  • Zekeriya Kitapçı, Saadet Asrında Türkler, Konya, 1997
  • Peygamberimizin Türk Arkadaşları, Mustafa Öncül
  • İslam Peygamberi, Muhammed Hamidullah

Makaleye Yorum Yaz Rastgele Makale Getir

Yazar


Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin

En son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için ücretsiz abone olun.

Bir Yorum Yazın

İlginizi Çekebilir

Başa dön tuşu

Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen ücretsiz abone olun.

Okumaya Devam Edin

Gizliliğe genel bakış

Bu web sitesi, size mümkün olan en iyi kullanıcı deneyimini sunabilmek için çerezleri kullanır. Çerez bilgileri tarayıcınızda saklanır ve web sitemize döndüğünüzde sizi tanımak ve ekibimizin web sitesinin hangi bölümlerini en ilginç ve yararlı bulduğunuzu anlamasına yardımcı olmak gibi işlevleri yerine getirir.

Detaylı bilgi için Gizlilik ve Çerez Politikamız sayfasını inceleyebilirsiniz.

Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Makale Arşivi olarak, sizlere değer katacak bilgileri sürekli araştırıyor ve en güncel makaleleri sizinle paylaşıyoruz.
Bu platformu ayakta tutan en önemli destek, reklamlardan elde edilen gelirlerdir. Reklamlarımızı, sizlere en iyi deneyimi sunmak adına, mümkün olan en az rahatsız edici şekilde yerleştirmeye özen gösteriyoruz. Sizden ricamız, bu değerli içeriği sürdürebilmemiz için reklam engelleyicinizi kapatarak bize destek olmanızdır. Desteğiniz, gelişmeleri size ulaştırmaya devam etmemize katkı sağlayacaktır.