Mısır Papirüsü Anana, MÖ 1300’de şöyle söylemektedir: “Okuyun, ey siz Tanrı’nın okuma becerisi verdiği kişiler, henüz doğmamış günlerin neler getireceğini okuyun. Okuyun, siz geleceğin çocukları, geçmişin sizden çok uzak, ama aynı zamanda çok yakın gizemlerini okuyun.”
Anana’nın öğüdünü tutan bir Türk lider vardır o da Atatürk’tür. Ömrünün son yıllarında dahi Türk tarihine önem veren ve bazı unutulmuş konuları araştırmış ya da araştırtmıştır. Atatürk Türkiye’sinde Türk Tarih Tezi ile yetinmeyip onunla Türk Tarih Kongresi’ni düzenlemiştir. Burada da Türklerin kökeni üzerine çalışılmıştır. Hatta ömrünü buna verdiğini söyleyebiliriz. “Gazi iki gece üst üste yatağına girmemişti. Yalnız kahve içerek, arada bir sıcak banyo yaparak kırk saat durmadan kitap okumuştu. Hasan Rıza (yaveri) onu kütüphanesinde geceliğinin üzerine robdöşambrını geçirmiş, bir kitabın üzerine eğilmiş olarak buldu. Hiç uykusu yoktu. Oysa gözlerinin yorgunluğu belli oluyordu. Arada sırada göz kapaklarını ıslak bir mendille siliyordu. Okuduğu kitap, H. G. Wells’in ‘Dünya Tarihinin Ana Hatları’ydı. Bu kitap ona birçok şeyi açıklamıştı. Bitirince hemen Türkçeye çevrilmesini emretti. Kitap yayınlandıktan bir yıl sonra da hemen hemen aynı temellere dayanan ‘Türk Tarihinin Ana Hatları’ çıktı. Wells, Gazi’nin en beğendiği adam olmuştu. Sofrada ondan uzun pasajlar okuyordu. Wells büyük bir tarihçiydi. Gazi’nin gözlerinin önünde yeni bir tarih görüşü seren adamdı.” Atatürk kitap okumayı çok severdi. Bundan ötürü Türk tarihini bilmemesi olanaksızdı. Atatürk düşünebilen sorgulayabilen ve okuyan insanları severdi. Aynı zamanda okumayanlara Harf Devrimi ile okuma-yazma öğretmiş ve entelektüel kişilikler yetiştirmek istemiştir.
Onu tanıyanlardan biri: “Boş zamanlarda Atatürk’ün elinde tarihle ilgili kitapların düşmediğini hatırlarım. Bir gün yine Atatürk, tarihle ilgili kalın bir kitap okuyordu. Öylesine dalmış ki, çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt meselesi dururken Devlet Başkanı’nın kendini tarihe vermesi, Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olmalı ki, Atatürk’e şöyle dediğini duydum:
Paşam… Tarihle uğraşıp kafanı yorma… Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın?”
Atatürk’te şu şekilde yanıt verdi: “Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarının hiçbirisini yapamazdım.” Peki yaptıkları neydi, nasıl bir Türk aydınlanması diyebileceğimiz bir olay oldu? O da Harf Devrimi’dir. Atatürk, Osmanlı’dan kalan köylü insanlara okuma-yazma öğretmiş ve bugünlerde olan %95’lere kadar çıkarmıştır. İnkârcılara göre bizler “bir gecede cahil kalmış” bir milletiz (!) Ekrem Buğra Ekinci, Osmanlı’daki okuma-yazma oranının %50 ve %60’larda olduğu tezini savunmuştur. Okuma-yazma oranı o zaman yüksek olsaydı Harf Devrimi yapılmazdı.
Harf Devrimi
Bu devrimi anlamak için en ince detayına kadar bilmek ve daha önceleri neler olduğuna dair değerlendirmeler yapmak gerekiyor. Alfabe, “bir dilin seslerini gösteren, belirli bir sıraya göre dizilmiş belli sayıda harflerin bütününe verilen ad” şeklinde bir sözlük açıklamasına rastlıyoruz. Harf ise, “dildeki bir sesi gösteren ve alfabeyi oluşturan işaretlerden her biri”. Harf ve dil devrimini araştıran Atatürk, Türk bilgeliğinden faydalandığını görüyoruz. Bu öğreti bugün tüm dünyaya yayılmış olacak ki, Asya’dan Avrupa’ya kadar oradan başka kıtalara kadar Türkçe konuşan insan sayısı 250 milyona yakındır. Atatürk’ün bildiği bir şey var ki o da tüm Türk coğrafyasının tarihinde dilin ayrı bir zenginliği vardır. Tarihte Göktürkler, Selçuklular ve Osmanlılar da halk dili Türkçeydi. Şöyle de bir boşluk vardır ki, Türklerin İslam’ı kabul etmelerinden sonra çok fazla Arapça-Farsça karışımı kelimeler birikti ve Osmanlıca dediğimiz karma bir dil ortaya çıktı. Bu Osmanlı’nın kullanmış olduğu halkın Türkçe anlayışına ters bir yönetimdi. Osmanlı Devleti, 16. yüzyıldan itibaren Arapça ve Farsçanın hakimiyeti altına girmiş ve eğitim verilen medresenin dili Arapça olmuştur. Enver Ziya Karal, Arapça ve Farsçanın dilimize girişini şu şekilde anlatıyor: “Örneğin Türkçede ‘baş’, ‘göz’, ‘yüz’, ‘dil’, ‘el’ sözcükleri durup dururken (onların yerini) ‘re’s’, ‘çeşm’, ‘vech’, ‘lisan’, ‘yed’ sözcükleri almıştır. Öte yandan Arapça köklerden, Arapların bile kullanmadığı anlamda kimi sözcükler uydurularak dilimize sokulmuştur. Okumaktan ‘okul’ sözcüğünün yerine, Arapçadan Arapların ‘yazıhane’ anlamında kullandıkları ‘mektep’sözcüğü uydurulmuştur. Bu sözcüklerin çoğulları da Türkçeye yabancı Arapça ve Fars dili kurallarına uygun olarak düzenlenmiştir.” Dil belki de beşerî sistemin bir vazgeçilmezi ve her toplumun kendi kültürel dinamiklerine göre kurgulanmış bir sözcük sözlüğü. Moğolistan ve Çin’den çıkıp Orta Avrupa’ya, Sibirya’dan Hindistan ve Kuzey Afrika’ya kadar nam salmış geniş zenginlik kazanmış bir dili yorumlamak açıkçası zordur. Binlerce yıllık tarihte o kadar simge bırakmış, yazıt kalmış, anıt kalmış ve daha birçok… Türk toplumunun kültürel dinamiklerinde Türk dili tarih boyunca ayrı bir yere sahip olmuş ve korunmuştur. Sadece Türklerin yurdunda değil, Amerika’da Avrupa’da ve Avusturalya’da Türkler sayesinde dilin kullanımı yaygınlaşmıştır. Son yıllarda konuştuğumuz Türkçenin sokak jargonuyla zedelendiğini ve yok sayıldığının farkına varmak zor değildir. Şu çok hüzne boğdu ki; Kaşgarlı Mahmut yaklaşık 1000 yıl önce Türk dilini zenginleştirmek amacıyla büyük bir eser ortaya çıkarmış, 900 yıl önce Hacı Ahmet Yesevi Dîvân-ı Hikmet eseriyle şiirlere ve tasavvuf edebiyatına dilimizi dökmüş. Çok uzaktan örnek vermemek üzere 90-100 sene öncesine kadar Türk Dil Kurumu (TDK) kurulmuş, Güneş-Dil Teorisi gibi teoriler ortaya atılmış, gerekli devlet politikalarıyla “Dilde Öze Dönüş” projesi geliştirilmiş, bütün bunlar olduğu halde halkımızın çoğunluğunun özenle hazırlanan bu dili kolaylık ve kısaltma vb. bahanelerle altüst ediyor. Bana göre Türkçenin zenginliğini bilmek için tüm dünya tarihini iyi bilmek gerekiyor. Sadece Türk tarihi değildir. Bizlere tarih derslerinde ilk dünya devletlerini öğretirlerdi. Bunlardan birisi Sümer’lerdi. Sümerlerin kelimeleri ve anlamları Türkçeye çok benzemektedir. Türk dilinin değerini anlamak için bunları araştırmak gerekiyor. Bunu araştıran edebiyatçı ya da dilbilimciler Türkçe’nin değerini diğer insanlara anlatmaları gerekiyor. Bu bilimle beraber Türkolog olanlar Türkçeyi zaten saygın buldukları için sokak jargonuna pek kaçmaz. Türkçeyi edebiyatta da anlaşılır vaziyette anlatmak ve okuyup-yazmak gerekir. Mesela Divan Edebiyatı’nın tanınan isimlerinden Nefi’nin yazdığı mısralar çok fazla Arapça ve Farsça kelimeler mevcut olduğunda anlaması zordur. Bir de Karacaoğlan’ın dizelerini okuduğumuzda bol Türkçe kelimelerle doludur. Bu dilin zarar görmesi sadece sokak jargonuyla olacak bir dejenerasyon değildir. Özellikle Osmanlı döneminde dilde çok fazla Arapça ve Farsça kelimeler mevcuttur. Edebiyatçı Feyza Hepçilingirler konu hakkındaki yorumunu desteklerim: “Türkçe, hiç az buz zaman değil, 600 yıl boyunca bilim ve kültür dili olmaktan uzak tutulmuş, yazılı edebiyatın dili olmamış; edebiyat dili o kadar başkalaşmış ki Osmanlıca diye ayrı bir dil adı almış. 600 yıl çok uzun bir süre. Bugün hayran olduğumuz dillerden birini alıp aynı şeyi onun üstüne uygulama gücümüz olsaydı ne görürdük? Diyelim ki 50 yıl İngilizceyle hiçbir bilimsel çalışma yapılmasa, hiçbir roman yazılmasa, 50 yıl sonra İngilizceden belki eser kalmayacak. Oysa 600 yıldan söz ediyoruz burada. Demek ki, Türkçe o kadar sağlam bir dil ki, 600 yıl boyunca konuşma dili olarak kullanılmasına karşın yaşadı…” Dilin zenginleşmesi insanın hem tarihini hem de kültür/sanatını bilmesiyle ve o edebî şuurla hareket etmesiyle olur. Bu konuda insanımızın çokça kitap okuması ve kendini geliştirmesi lazım. Türkçemizin değerini en iyi şekilde anlamak ve anlatmak zorundayız. Atatürk’ün dediği gibi: “Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yüceltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir.” Harf devrimiyle başlayan cehalete karşı açılan savaşın sebebi sadece okuma-yazma öğretmek değildir, adeta batının oyunlarına karşı engin ve bilge bir gençlik bırakmaktı. “Atatürk, (…) ulusal Türk devletinin bir tarih dayanağı olmasını düşünüyordu. Bunun çözümünü ne İslamcı ne Osmanlıcı ne de Turancı yaklaşımlarla ne de Türk düşmanlığını en yükseğe çıkaran Batı taklitçiliğinde buluyordu. Yeni bir tarih görüşünü Türk’ün kendisinin bulup geliştirmesi zorunluluğu ile karşı karşıyaydı. Wells’in tarihinde böyle bir görüşün tohumları vardı.” Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen harf devrimini değerlendirirken Osmanlı’dan yola çıkmak gerekir. Atatürk’ün kafasında şekillenen bazı devrimlerde Osmanlı izi çoktur. Selanik merkezli çalışan Genç Kalemler, Türk Yurdu, Halka Doğru ve Türk Özü gibi dergilerin yanı sıra Enver Paşa’nın kullandığı Hatt-ı Cedid yazısı bir harf devrimi fikridir. Bundan da önceye gidersek 1700’lerde Hatice Sultan, ressam Melling ile Latin alfabesiyle Türkçe konuştuğu doğrudur. Aynı zamanda Sultan II. Abdülhamit, “Halkımızın büyük cehaletine sebep, okuma yazma öğrenimindeki güçlüktür. Bu güçlüğün nedeni ise harflerimizdir. (…) Belki bu işi kolaylaştırmak için Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur” diyerek bir harf reformunun gerekli olduğunu ifade etmiştir. Arap harflerinin en temel sıkıntısı Türkçeye hiç uygun olmamasıydı. Sesli ve sessiz harf bakımından Türkçeye hiç mantıklı gelmeyen Arap harflerinin kalkmasıyla sesli ve sessiz harf sorunu da çözülmüş oldu. Osmanlıca yazılan “öldü” kelimesi cümlenin gidişatına göre “oldu” olarak tercüme edilebilir. Bu tür yanıltmalardan kurtulmak adına uzun zaman çalışmalar yapılmış ve 1928’de harf devrimiyle halk okuma-yazma öğrenmiştir. İnkârcıların bazı tezleri mevcuttur. Anlatılana göre biz bir gecede cahil kalan bir milletmişiz (!) Bunu anlamak için Osmanlı’daki okuma-yazma oranından yola çıkmak gerekir. Konuda çeşitli söylentiler vardır ama en doğru yanıtı bize istatistikler verir. Bitlis, Van, Amasya, Bayazıt, Gümüşhane, Siirt, Aksaray, Kırşehir, Mardin, Hakkâri ve Yozgat illerinde okuma-yazma oranı en yüksek %0,64’tür. Sinop, Malatya, Erzurum, Kars, Rize, Bursa, Çorum, Afyonkarahisar, İçel, Çankırı, Trabzon, Kütahya, Kayseri, Niğde, Cebelibereket, Kastamonu ve Antalya’da ise en yüksek %1.88’dir. Gaziantep, Ş. Karahisar, Konya, Erzincan ve Burdur’da en yüksek %2.26’dır. Bolu, Samsun, Adana ve Balıkesir’de en yüksek %3.83’tür. Mersin’de, %4.56’dır. Eskişehir, Ankara, Isparta, Tekirdağ, Kocaeli ve Kırklareli’nde en yüksek %5.77 olmakla beraber hüzün dolu bir tabloya rastlıyoruz. Bu istatistik 1927’deki Nüfus Sayımı’na göre çıkarılmıştır.
(Mustafa Köse, 1927 Nüfus Sayımı ve Sonuçlarının Değerlendirilmesi, s.174’ten aktaran; Sözcü, 25 Ocak 2021.)
Başka bir istatistik:
(Türkiye İş Bankası Yayınları, Cumhuriyetin İlk Sayımı, 2023.)
Tam olarak kesin bir biçimde istatistik çıkarılamamıştır. Araştırmacılar başka sonuçlar bulmuştur ama her hâlükârda okuma-yazma seviyesi çok düşüktür. İşte bunun için insanları eğitmek ve okutmak gerekiyordu.
Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin
En son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için ücretsiz abone olun.