Köşe YazılarıMektup

Özbek Mektupları – Yılbaşı

Yılbaşı geçti, ama yılbaşı kutlamaları daha bitmedi. Yılbaşı ve diğer kutlama günleri burada bir resmi bayram gibi kutlanıyor. Bizdeki resmi bayramlardan farkı, halkın kutlamalara canı yürekten katılması, her yerin süslenmesi.

Kaldığım Çırçık’tan bizim eski model Ford minibüslere benzeyen Daewoo firmasının “Gazelle” marka minibüsü ile Taşkent’in giriş noktasına geldim. Bu semtin adı Maksim Gorki. Çok sevdiğim yazarlardan birinin adının bir semte verilmiş olmasından memnun oldum. Buradan metroya bindim.

Taşkent’in her yerine metro ile ulaşmak mümkün. Şehri üç ayrı hat kesiyor. Belli aktarma noktalarında başka istasyona geçip diğer trene biniyorsunuz. Biraz bakımsız kalmış ama hızlı bir ulaşım sağlıyor. Metro istasyonları süslemelerle bezenmiş. Duvarlarda çeşitli figürler, tablolar var. Bir kısım sıvalı, sebebi sanırım geçmiş dönemi çağrıştırıyor olması.

Makale Devam Ediyor

Metro istasyonlarının isimleri birbirinden ilginç. Metronun ilk istasyonunun adı Puşkin. Daha sonra adının verildiği parkta dolaştım. Kısa boyluymuş. Bir eli pardösüsünün cebinde parkta geziniyor gibiydi. İkinci durak ise Sovyet dönemi Özbek şairlerinden Hamid Alimcan. İtiraf etmeliyim ki ismini daha önce hiç duymamıştım. Şair, elinde sarmaşık dolanmış küçük bir saza benzeyen bir müzik aletiyle Puşkin Caddesi’nin kenarında oturuyordu. Üçüncü duraksa ineceğim Emir Timur; Özbeklerin milli kahramanı, milli gururu. Anadolu’yu çiğneyip, Altınordu Devleti’ni yıkan, Memlûklar’ı yenip Mısır’a kadar kovalayan, Afganistan’daki, Hindistan’daki Türk devletlerini yıkan, yıkılacak bir Türk devleti kalmayınca da Çin İmparatorluğu’na sefere çıkarken 1405 yılında ölen, ilk yüz Türk büyüğü içinde yer alan bir Özbek hakanı.

Heykeli büyük bir parkın ortasında yer alıyor. Parka giriyorum, parkın içindeki bir polis (militsiya) aracına bir kadın bindiriyor. Serbest piyasayı fazla serbest zannetmiş olmalı.

Karla buzla kaplanmış yürüyüş yolunda yürüyorum, hava buz gibi soğuk. Emir Timur’un heykelinin önünde duruyorum. Muhteşem atının üzerinde, uçuşan harmanisi, süslü tolgası, kalkanı atın sağrısında, eliyle ileriyi gösteriyor. Bursa’nın (Daha sonra ilçe yapılan) Yıldırım semtine dikilen Beyazıt heykeliyle kıyasladım ister istemez. “İyi ki Beyazıt bu heykeli görmedi” diye içimden geçirdim, “bu alanda da yenildim” diye kahrolurdu.

Emir Timur’ un işaret ettiği yöne doğru yürüdüm, Broadway Caddesi’ne çıktım. Bu caddeye niye bu isim verilmiş anlamadım doğrusu. Tiyatro ve Opera binası Mustafa Kemal Atatürk Caddesi’nde bulunuyor.

Caddede kasetten takılara, çeşitli hediyelik eşyaların, korsan CD, DVD’lerin satıldığı işporta tezgâhları, içkili lokantalar, küçük büfeler var. Ayrıca yumruk gücünün ölçülebileceği bir boks balonu, bir büyük çekiç, nişancılık maharetinin gösterileceği ok atan bir tüfeğin de bulunduğu minik bir panayır görünümünde.

Caddenin hemen sağ tarafındaki yeşil alanda büyük bir yılbaşı çamı, yanı başında standart tipleriyle animatörler. Kabullenemediğim, her ülkenin çeşitli masal tipleri, kahramanları ve komik tipleri var. Ama her yerde Hollywood tiplemeleri görüyorsunuz. Artık onlara “Amerikanın milli kahramanları” diyorum. Adamlar önce milli kahramanlarıyla ülkeyi işgal ediyorlar. Birinci aşama ülke aydınlarını, medyasını utandırmak, uzaklaştırmak, yabancılaştırmakta. Deli Dumrul’u, Bekri’yi, İncili Çavuş’u, Karagöz ve Hacivat’ı, Malkoçoğlu’nu, Dede Korkut’u, Keloğlan masallarını aşağılayan, küçümseyen okumuşlarımız “Amerikan kahramanlarını” birer birer bunların yerine geçiriyor. Daha sonra Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus Emre gibi değerleri yok edersin. Müzikle de Amerikan havalarını her gün genç beyinlere pompalarsın, pop, metal, hip-hop. Sonuçta temel değerler aşınır, erozyona uğrar ve kültürüne yabancılaşırsın.

Caddenin sonunda karikatürcüler bulunuyor, sizi oturtup hemen karakalem portrenizi çiziveriyorlar. Hemen yan sokakta yağlı boya tablolar satılıyor. Çoğu eski Özbek tarihini, kentlerini konu alan, çeşitli insan portreleri, manzara resimleri var. Sonra sergiler yer alıyor. Sovyet dönemine ait pullar, madalyalar, paralar, bayraklar, fotoğraf makineleri, Serkisof saatler, takılar, kilden yapılmış Özbek tasvirleri ve develer.

Sağa döndüğünüzde Türk kolonisinin uğrak yeri Mir Kafe ve yanında marketi. Sadece Türklerin değil yabancıların da çocuklarıyla gelip oturdukları, alışveriş yaptıkları bir yer. Çocuklarını bakıcıların nezaretinde oyun bahçesine bırakıyorlar. İçeride tavuk burgerci ve köfteci var, Türk lokantası da bulunuyor.

Herkes için son nokta burası, sonrası yok. Benim için sonrası buradan öte. Doğru giderseniz Özbekistan Tarih Müzesi var. Prehistorik çağdan günümüze uzanan Özbek Tarihinden bölümler sergileniyor. Binlerce yıl öncesine ait kaya resimleri bile var. İyi sunum yapılmadığını söyleyebilirim. Görevliler çok lakayıt.

Müzeden ileri devam ettiğinizde resim ve heykel müzesi var. Yola devam etmeyip Mustafa Kemal Atatürk Caddesi’ne döndüğünüzde içi-dışı muhteşem görünüşlü bir opera binası, önünde dolu dolu bir program asılı.

Çaykovski’nin Kuğu Gölü’nü burada seyretmek çok güzeldi. Baletler ve balerinler işlerinde çok ustalar. Bir bale kültürü oluşmuş.

 G. Bizet’in Karmen’i çok güzeldi. Oyunculara gelince; Karmen’i oynayan kadın sanatçının performansı çok muhteşemdi ama Çavuş Jose’yi canlandıran kişinin oyunculuğu bence Karmen’e göre zayıf kaldı.

Opera ve baleye gelenlerin en az yarısı Taşkent’te yaşayan yabancılar. Seyirciler küçük çocuklarıyla geliyorlar. Bu kültürü daha küçük yaşta veriyorlar. Operada iki kadının Türkçe konuşmasını duymak çok hoştu.

Brodway Caddesi’nin eski hali

Ressamlar Sokağı’nın yanındaki boşlukta beni bir sürpriz bekliyordu, cambazlar. Eski panayırlarda rastladığımız türden. Altmışlı yıllarda Anadolu’da sık karşılaştığımız küçük, her tarafı dökülen eski bir otobüs önündeki ayaklı mikrofondan bağıran bir çığırtkan. Mikrofonun iki yanında biri büyük bir tef diğeri küçük bir zurna çalan iki çalgıcı dikiliyordu. Çığırtkan, insanları gösteriyi izlemeye çağırıyor. Yeterli kalabalığın toplandığına kanaat getirilince belden üstü çıplak, orta boylu bir “Pelvan” ortaya çıkıyor. Önce büyük bir taşı zorlana zorlana kaldırıyor, küçük meydanı gezdiriyor. Bir alkış kopuyor. Çığırtkan isteyenleri denemeye çağırıyor, para vaat ediyor. Gelen kimse olmadıktan sonra “Parsa”yı hatırlatıyor. Ellerinde paralar çocuklar koşturuyor, kimi kutuya atıyor, kimi çığırtkana veriyor. Çığırtkan bir süre yine bağırıp çağırdıktan sonra pehlivan tekrar ortaya çıkıyor. Elinde kalkana benzetilmiş kalın bir sac var. Çığırtkan bu sacı bükecek bir yiğit çağırıyor meydana. Kimse çıkmıyor doğal olarak. Pehlivan sacı iki eline alıp kenarlarından kıvırmaya çalışıyor, alnından damarlar fırlıyor. Buram, buram ter akıyor dört bir yanından ve nihayet iki kenarından kıvırmayı başarıyor. Büyük bir alkış kopuyor. Bu defa parsa çığırtkan istemeden geliyor, çocuklar, kimi büyükler ellerinde paralar koşturuyorlar. Pehlivan çekiliyor, çığırtkan bir şeyler anlatıyor, “ilan, ilan” diyor. Tehlikeli bir şey yapılacağını anlayıp biraz daha izlemeye karar veriyorum. Birazdan başka bir cambaz çıkıyor. Elinde upuzun bir yılan var. Yılanı başından tutuyor, kuyruğu oynuyor sadece. Gayri ihtiyari gülüyorum. Bu soğukta zavallı “ilan”ı bir yere bıkarsan zor sürünecek. Öyle de oluyor, yere bırakılan yılan zorlukla birkaç metre sürünüyor. Seyirciler gayri ihtiyari ürküyor, geri kaçıyor. Sonra cambaz yine boynundan tutup seyircilere yaklaştırıyor. Birden Abdülhak Hamit’in Hindistan gezisinin anılarını anlattığı yazı geliyor aklıma. Orta son Türkçe kitabında yer alıyordu. Bir aslanı anlatıyordu, kafesine kapatılmış, sırtıyla kalın demirleri zorlayan, sonra çaresizce kükreyip yere çöken. Acıdım diyordu yazar, hayvanın çaresizce boyun eğişine. Benim de “ilan” için hissettiğim acımak oluyor. Gösteriyi izlemeyi kesiyorum. Oradan hediyelik, anı türü eşyalar satan tezgâhlara yöneliyorum. Bir taraftan madalya, Lenin ve Stalin resimleri bulunan demir paralar alıyorum, başka bir tezgâhtan biblolar. Pulcudan defteriyle birlikte, pullar alıyorum. Evde bakıyorum çoğu Lenin’in yüzüncü doğum yılı anısına basılmış.

Birkaç tahta kaşık alıyorum. Burada bir dostum için tahta kaşık arayışına girdim. Dostum Hüsnü Züber’in müzesinde Birkaç Özbek kaşığı güzel durur diye düşünüyorum. Bursa’nın ilk özel müzesini ve sanırım dünyanın ilk kaşık müzesini kuran adam. Birkaç çeşit kaşık buldum. Arayışlarıma Taşkent ve Buhara’ da devam ediyorum. Hiç olmazsa 5-10 değişik örnek olsun. Kaşıkları martta dönecek bir arkadaşımla göndermek istiyorum.

Hava iyice soğuyunca en yakın metro istasyonuna yöneliyorum. Geri dönüş yolculuğuna başlamak ve sonra da bu yazıyı kaleme almak için.       

Serinin Önceki Yazısı:                                    

Yazar


Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin

En son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için ücretsiz abone olun.

Bir Yorum Yazın

İlginizi Çekebilir

Başa dön tuşu
Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Makale Arşivi olarak, sizlere değer katacak bilgileri sürekli araştırıyor ve en güncel makaleleri sizinle paylaşıyoruz.
Bu platformu ayakta tutan en önemli destek, reklamlardan elde edilen gelirlerdir. Reklamlarımızı, sizlere en iyi deneyimi sunmak adına, mümkün olan en az rahatsız edici şekilde yerleştirmeye özen gösteriyoruz. Sizden ricamız, bu değerli içeriği sürdürebilmemiz için reklam engelleyicinizi kapatarak bize destek olmanızdır. Desteğiniz, gelişmeleri size ulaştırmaya devam etmemize katkı sağlayacaktır.