KültürTarih

Son Osmanlı Başbuğu Hakkında Gerçekçi ve İnsaflı Bir Tarihî Konumlanmanın Vakti Gelmedi mi?

Son Hünkâr Vahideddin 1 asır evvel Hakk’a yürüse de hakkındaki tartışma bitmek bilmiyor. Şahsıyla ilgili görüşler iki uçta incelenmeye devam ediyor:

Birincisi; Vahdettin vatanını sevse idi onca askerimizi şehit eden İngilizlerin gemisi ile kaçıp gitmezdi. Monşerin tek derdi tahtı idi. Ülke işgâl altında ve o hiçbir şey yapmadı, kılını bile kıpırdatmadı. Korkağın tekiydi.

Bu görüşü beyan edenlere sormak gerekir. Hep Mondros’un imzalanmasını istediği söylense de acep hakikat öyle miydi? Onun söylediklerini hiçe sayıp Mondros’u imzalayan, hemen ardından da padişah aleyhine söylenip Mustafa Kemal’in yanına geçen, daha sonra Mustafa Kemal’i de satıp ona da muhalif kesilen Rauf Orbay değil miydi? Padişah birdenbire elinde hiçbir kuvvet olmadan ne yapacaktı? O yapacağını yaptı zaten. Komutanlarını çeşitli bahanelerle Anadolu’ya direnişi örgütlemeye gönderdi.

İlaveten mevzuya en başından başlamak gerekir. Vahidüddin tahta çıkar çıkmaz ateşkes çağrısı yaptı. Hükümet buna uymadı. Zaferin çok yakın olduğu propagandasına devam ettiler. O sırada henüz Irak ve Suriye elimizden çıkmamış, oradaki cepheler çökmemişti. Düşman Haleb’e ve Musul’a dayanınca ateşkese yanaştılar. Vahidüddin istifalarını istedi. İstifa edip ülkeyi terk ettiler.

İzzet Paşa yeni hükümeti kurdu. Ateşkes görüşmelerine Vahidüddin kendi güvendiği kimselerin katılmasını istedi. Hükümet kabul etmedi. Mondros’a kendi murahhaslarını gönderdi. Padişah, hükümranlıktan taviz verilmemesini dikte ettirdiği hâlde, onlar ülkenin keyfekeder her yerinin işgâl edilmesi ve ordunun lağvedilmesine imza atıp döndüler. Vahidüddin bunu duyunca hükümeti istifa ettirdi.

Son Osmanlı Başbuğu ile ilgili “korkak” ithamına gelince şahsıyla ilgili bu yakıştırma da safsatadan ibarettir zira kendisi “korkak” birisi olmadığını, gözünü bir şeyden sakınmadığını veliahtlık yıllarında vuku bulan bir hadiseyle göstermiştir.

Veliahd iken Almanya’ya gittiği zaman, batı cephesinde ateş hattı siperlerini gezmiş, herhangi bir umulmadık tehlikeye karşı başını eğmesi söylendiği zaman: “Türk başı düşman karşısında eğilmez!” cevabını vermiştir. (Atsız, 2024, s. 130)

O halde Vahidüddin madem korkak değil, gözüpekti o zaman neden Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderdi de kendi Anadolu’ya gidip Milli Mücadele’yi idare etmedi sorularını soranlara da verebileceğimiz yanıt şudur:

Sultan Vahideddin, bunu yapamazdı, İstanbul’u bıraktığı takdirde, düşmanlar bu şehri bir daha Türklere vermezlerdi. Şehzadeleri de milli hareketin başına yollayamazdı. İngilizlerin, bunu bahane ederek, kendisini atmaları ve askerî işgal altındaki İstanbul’u siyasî ve ebedî olarak işgal etmeleri de mümkündü. İstanbul’u ve hanedanı kurtarmak için baskılara katlanarak oturmuş ve Anadolu’da harekâta başlamaları için güvendiği kumandanları göndermiştir. (Atsız, 2024, s. 130)

Dahası Vahdeddin şehzadeleri Anadolu’ya yollama yanlısı olmamasına rağmen saltanat kaldırılınca hilafet makamına gelip son halife olarak tarihe geçecek olan Abdülmecid Efendi’nin oğlu olan ve 1920-1924 yılları arasında Fenerbahçe Spor Kulübü’ne de başkanlık yapan Ömer Faruk Efendi, Millî Kurtuluş Savaşı’na katılmak için bir geminin ambarına saklanarak Anadolu’ya geçtiği halde, Sakarya zaferi o sıralarda kazanılmış ve temel sağlamlaşmış olduğu için kabul edilmeyerek geriye dönmüştür. Aylar sonra Büyük Millet Meclisi’nde, Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin Anadolu’ya gelişi ile ilgili sorulan bir soruya da şöyle cevap verilecekti: “İngilizler veya saray tarafından gönderilmiş olması ihtimaline karşılık kendisine olumsuz cevap verilmiştir.”

Bir de Vahdettin’le ilgili dillendirilen şöyle bir görüş mevcuttur:

Vahdettin kaçmamıştır, sürgün edilerek vatan hasretiyle bu dünyadan göçmüştür. Saltanatına da darbe yapılmıştır. Hayatı ve ailesi tehdit altındaydı. Böylesine müşkül durumda olan birinin ülkesini zorla ve hüzünlü bir şekilde terk edişine kaçma diyenlerin kendi vicdanından şüphe etmesi gerekir.

Şimdi biraz soluklanıp tarihe objektif ve sağduyulu bir perspektiften bakmak gerekir. Dahası Vahdettin için “kaçtı” diyenlere de şunu sormak gerekir? “Madem Vahdettin ülkesini terk edip yurt dışına kaçan bir adamdı, o zaman yanına neden zevcesini, kız evladını, hatta kuruşuna kadar tüm servetini, mal varlığını da yanında alıp beraberinde götürmedi?”

Şimdi hep birlikte bu durumu ele alarak bu tartışmalara karşı sadece ve sadece tarihin ne diyeceğine kulak verelim.

Türbesi Türkiye’de olmayan tek Osmanlı padişahı olan Sultan Vahdettin Osmanlı İmparatorluğu’nun 36. ve son sultanı aynı zamanda 115. İslam halifesidir. Son hünkârın türbesi bugün Suriye’nin başkenti Şam’da olup tıpkı Süleyman Şah Türbesi misali sınırlarımız dışındaki bir toprak parçası olarak kabul edilmesi ve son hünkârın türbesinin de Süleyman Şah Türbesi’ne gösterilen özeni görmesi gerektiğini şu satırlardan belirtmek vicdani ve tarihi bir vazifedir.

Son Osmanlı Başbuğu’nun 1918 Temmuz’u ile 1922 Kasım’ı arasındaki dört yıl dört ay süren saltanatı Osmanlı tarihinin en karanlık ve tartışmalı portrelerini sergileyen bir galeri gibidir.

Birinci Cihan Harbi’nin kaybedileceğinin ortaya çıktığı bir ortamda tahtın kederli yolu önüne açılmıştı.

Sultan Abdülmecid’in sekizinci oğlu ve kendisinden önce tahta geçen V. Murad, II. Abdülhamid ve V. Mehmed’in küçük kardeşi olan Sultan Mehmed Vahideddin, tahta geçiş sıralamasında çok aşağılarda olduğu için gözden uzak bir yaşam sürmüş, dünya saltanatında hiç gözü olmamıştır.

Gençlik yıllarında gizlice medrese derslerini takip etmiş, bu özelliği ile tahta çıktıktan sonra kendisine arz edilen şer’i konulara müdahale edebilecek derecede yetkinleşmiştir. Hat, musiki ve edebiyat sanatlarıyla ileri seviyede uğraşmıştır. Ezcümle Vahdettin, dünya saltanatından ziyade kendisini ilme, bilime, kültüre, sanata vermiştir.

Ağabeyi II. Abdülhamid’in uzun padişahlığı sırasında, Çengelköy’de mimar Alexandre Vallaury’ye yaptırdığı köşkünde münzevi bir hayat yaşadı. Diğer şehzadeler hakkında padişaha jurnal yazmakla suçlandı. V. Mehmed tahta geçtiğinde, Sultan Abdülaziz’in oğlu Yusuf İzzeddin Efendi veliaht oldu. Yusuf İzzettin’in 1 Şubat 1916’da bir yurt dışı seyahatine çıkacağı gün henüz aydınlatılamayan bir şekilde intiharı üzerine Vahidettin kendisinin dahi beklemediği biçimde veliaht oldu.

1917 Aralık ayında yaveri Mustafa Kemal Paşa eşliğinde beş haftalık Almanya seyahatine çıktı. 3 Temmuz 1918’de Sultan Reşat’ın ölümü üzerine 57 yaşında tahta çıktı.

Tahta çıkışından kısa bir süre sonra Şeyhülislam Kazım Efendi’ye şöyle dediği anlatılır: “Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layikiyle tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makamı bekleyişte değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır vazifeyi deruhde eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz.”

Hakeza yine Mabeyn Kâtibi Ali Fuat Bey’e “Ben tahtın kuştüyünden minderlerine değil, milletin ateşli külü üzerine oturdum” diyerek tahta çıkmakla nasıl büyük bir fedakârlık yaptığını anlatmak isteyecekti. Ancak anlaşılamamıştı.

VAHİDEDDİN TARAFINDAN VERİLEN 9. ORDU MÜFETTİŞLİĞİ GÖREVİ, ATATÜRK’ÜN SAMSUN’A ÇIKIŞ BİLETİ OLUYORDU

16 Mayıs 1919 tarihinde Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal Paşa, Yıldız Sarayı’nda padişahı ziyarete gitti.

Sultan Vahideddin, Anadolu’daki ayaklanmalardan dolayı İngilizlerce sıkıştırılıyordu ve çok müşkül bir durumdaydı. Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal Paşa ve Sultan VI. Mehmed Vahideddin, diz dize değecek kadar yakın oturdular. Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği yeni görevin Samsun’da 9. Ordu Müfettişliği olduğunu bildiren Sultan VI. Mehmed Vahideddin, elinin altındaki kırmızı deri kaplı kitabı işaret ederek:

“Mustafa Kemal Paşa, bugüne kadar devlete çok hizmet ettin. Bu başarılarının hepsi tarihe geçmiştir. Artık yeni yapacağın vazife daha mühimdir. Şimdi de devleti kurtarabilirsin. Yanına güvendiğin adamlarını al” dedi. Padişahın elinin altındakinin bir tarih kitabı olduğu anlaşılıyordu. Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği karşılık da aynen şöyle oldu:

“Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz. (…) Merak buyurmayınız efendim, bakış açınızı (“nokta-i nazar-ı Şahanenizi”) anladım. İrade-i seniyeniz (fermanınız) olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım”

Padişahın son sözü “Başarılı olmanızı dilerim.” oldu.

Yıldız Sarayı’ndan ayrıldıktan sonra Bandırma Vapuru ile Samsun’a doğru yola çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın Vahdettin’le Yıldız Sarayı’nda yaptığı son görüşmeyle Samsun’a ayak bastıktan sonra padişaha yazdığı bir mektubu ve 24 Nisan 1920 Cumartesi günü TBMM’de Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı konuşmadan bir kesidi karşılaştıralım. Bakalım Yıldız Sarayı’ndaki malum görüşmede padişah ve Mustafa Kemal Paşa’nın arasında konuşulan başka neler varmış?

MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN MEKTUBUNDA YILDIZ SARAYI’NDAKİ GÖRÜŞMEDE İZMİR’İN İŞGALİNDEN DOLAYI PADİŞAHIN HÜZÜNLÜ OLDUĞU BELİRTİLMİŞ

Mustafa Kemal Paşa’nın, Vahdettin ile son görüşmesinde İzmir’in işgalinden dolayı son hünkârın hüzünlü olduğunu unutamadığı padişaha 11 Haziran 1919’da yazdığı şu mektupta geçmektedir:

“Mabeyni Hümayun Cenabı Mülūkāne Başkitabeti Vasıtasıyla Atebei Hümayunu Cenabı Padişahiye

Büyük milletin ve kutsal hilafetin sağlam tek direği bulunan saltanatınızı cenabı hak afetlerden korusun. Şevketpenahım! Memleketin bugün uğradığı felaketler baskısı ve parçalanma tehlikesi karşısında ancak yüce şahsınız başta olmak üzere milli ve mukaddes bir kudretin var olma haykırışı vatanı ve devlet bağımsızlığını ve milleti ve şanlı hanedanınızın altı buçuk asırlık yüce tarihini kurtarabilir. Her tarafça, bu görüş ve kanaat tektir. Yüksek huzurlarınıza son defa kabul edildiğimde, İzmir acı olayından pek hüzünlü olan kalbinizin, bu kurtuluş noktasına ait ilhamları bu anda bile hafızamda bütün canlılığıyla yaşamaktadır. Sizin ısrar ve zorlamanızdan (“ilkâ-ı milkdârilerinden”) aldığım azim ve imanla âcizane görevimi sürdürüyorum.”(Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.8, s.34)

Yine 14 Haziran’da padişaha yollayacağı mektupta da aynı ibareler geçmektedir:

PADİŞAH’A

(14 HAZİRAN 1919)

Saray Mabeyn Dairesi Başkâtipliği Vasıtasıyla Padişah Yüce Katına

Büyük milletin ve kutsal hilafetin sağlam tek direği bulunan saltanatınızı cenabı hak afetlerden korusun. Şevketpenahım! Memleketin bugün uğradığı felaketlerin baskısı ve parçalanma tehlikesi karşısında ancak yüce şahsınız başta olmak üzere milli ve mukaddes bir kudretin var olma haykırışı vatanı ve devlet bağımsızlığını ve milleti ve şanlı hanedanınızın altı buçuk asırlık yüce tarihini kurtarabilir. Her tarafça, bu görüş ve kanaat tektir.

Yüksek huzurlarınıza son defa kabul edildiğimde, İzmir acı olayından pek hüzünlü olan kalbinizin, bu kurtuluş noktasına ait ilhamları bu anda bile hafızamda bütün canlılığıyla yaşamaktadır. İlhamını sizin samimi dileklerinizden alan azim ve imanla âcizane vazifemi sürdürüyorum. Emretmiş olduğunuz üzere, Sadrazam Paşa kulunu-zu önemli işlerde daima aydınlatıyor, gerekli olanları arz ediyor ve uyguluyorum. Şu bir ay içinde hemen bütün Anadolu’nun vilayetlerine, sancaklarına, kazalarına ve sınır boylarına kadar milletin fikir ve ernellerine, bütün kumandanların ve memur tabaka-larının duygularına ve uygulamalarına vakıf oldum ve nüfuz ettim. Netice olarak açık bir şekilde ortaya çıkıyor ki, millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve millet bağımsızlığını, saltanat ve hilafetin yüksek haklarını sağlamlaştırmak için sağlam bir azim ve iman ile donanmış bulunuyor. İstanbul’da iken milletin bu kadar kuvvetli ve az zamanda felaketlere karşı bu kadar uyanmış olabileceğini düşünemezdim. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.2, s. 375, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi, Arşiv No: Atatürk, Dolap No: Özel. Göz No: 1. Klasör No: 6, Dosya No: 1335/8, Fihrist No: 1: 1-2’den aktaran: Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur. Basımevi, Ankara, Eylül 1978, Sayı: 77, Belge No: 1685; Naşit Hakkı Uluğ, Siyasi Yönleriyle Kurtuluş Savaşı, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1973, 8.65-68; Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Nisan 1985. Sayı: 2, 5.5-6; Mustafa Onar, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları I, T.C. Kültür Bakanlığı Atatürk Dizisi: 45, Ankara, 1995, s.63-65)

Yine aynı mektupta padişahın hatt-ı hümayununun millete moral olduğu yazıyor:

“Şevketpenahım; bu nitelik ve durumda olan ve sizin kutsal kişiliğinize sarsılmaz bağlarla bağlı yüce milletinize tamamıyla dayanılır ve karşılık olarak bütün manasıyla bu milli ve vicdani kuvvete yardımcı olunur. Son hattı-ı hümâyünları bütün milletin azmini ve mücadele gücünü artırmıştır.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.2, s. 375, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi, Arşiv No: Atatürk, Dolap No: Özel. Göz No: 1. Klasör No: 6, Dosya No: 1335/8, Fihrist No: 1: 1-2’den aktaran: Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur. Basımevi, Ankara, Eylül 1978, Sayı: 77, Belge No: 1685; Naşit Hakkı Uluğ, Siyasi Yönleriyle Kurtuluş Savaşı, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1973, 8.65-68; Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Nisan 1985. Sayı: 2, 5.5-6; Mustafa Onar, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları I, T.C. Kültür Bakanlığı Atatürk Dizisi: 45, Ankara, 1995, s.63-65)

Ayrıca iş bununla da sınırlı değildi elbette… Mustafa Kemal Paşa, 24 Nisan 1920 Cumartesi günü TBMM’de yaptığı konuşmada Sultan Vahdettin’le yaptığı görüşme ile ilgili ilk kez kamuoyuna açıklama yapmıştı. Yaptığı açıklamada şunları anlatmıştır:

“İstanbul’dan en son ayrılacağım gün huzura kabul edilmiştim. Bu esnada zatı hazreti padişahi Boğaziçi’nde bulunan İngiliz zırhlılarının saraya yönelmiş olan toplarını göstererek, “Görüyorsun” dedi, “ben artık memleket ve milleti nasıl kurtarmak lazım geleceğini tasavvurda tereddüde düşüyorum” ve ellerini kaldırarak, “İnşallah millet uyanık ve tetikte olur, bu acı vaziyetten gerek beni ve gerekse kendisini kurtarır” buyurmuşlardı.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.8, s.34)

Şimdi Mustafa Kemal Paşa’nın hem 1919 yılı Mayıs ayında padişahla yaptığı görüşmedeki, hem 1919 yılı Haziran ayında padişaha yazdığı mektuptaki, hem de 1920 yılı Nisan ayında Büyük Millet Meclisi’ndeki konuşmasında geçen ifadeleri karşılaştırıldığında esasen karşımıza büyük resmin çıktığını çok kolay görebiliyoruz. Yani demek ki, ülke ve milletin kurtarılması gibi bir fikir son hünkarın karşı olduğu bir şey değilmiş.

Elbette ki başka kayıt dışı ayrıntılar da mevcut. Öyle ki Prof. Dr. Salahi R. Sonyel’in Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı (ATAM, 2010) adlı kitabında ilginç bir ayrıntı göze çarpar. Yunan istihbarat servisi Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a hareket edeceğini haber alır ve İngiliz işgal kuvvetleri komutanı General Milne’in dikkatine sunarak onun tutuklanmasını ister. Ancak General Milne güya bu görüşe katılmayarak “Bırakınız gitsin, daha iyi olur. Böylece tüm Türk direnişini kökünden temizleme fırsatını sağlamış oluruz” demiştir.

Aynı kitapta verilen bilgiye göre Yunanistan’ın eski büyükelçilerinden Sakkelaropulu, Nutuk’ta geçen “Hasımlarım beni İstanbul’dan zorla uzaklaştırmak istemişti” ibaresinin tam tersi yönde şeyler söylemektedir:

“Osmanlı hükümetinin amacı, Mustafa Kemal’in örgütleyici yeteneklerinden Anadolu’da yararlanarak barış görüşmeleri sırasında İtilaf devletleri üzerinde baskı kurmak ve Türklerin sert bulacağı barış şartlarına karşı davranmaya hazır olacak silahlı kuvvetleri kurdurmaktı (Sonyel, ATAM, 2010, s. 31).

Bütün bu gelişmeler yaşanadursun Kemal Paşa Samsun’a ayak bastığı andan itibaren milli direniş başlatılmıştı. Bu başlangıcı Havza ve Amasya Genelgeleri izledi.

Bunlara binaen yine Mustafa Kemal Paşa’nın Haziran 1919’daki mektubunda aslında padişahın ‘millet uyanır’ temennisine Mustafa Kemal şöyle cevap verir:

“Millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve milletin bağımsızlığını, saltanat ve hilafetin yüksek haklarını sağlamlaştırmak için sağlam bir azim ve imanla donanmış bulunuyor. İstanbul’dayken milletin bu kadar kuvvetli ve uyanık olabileceğini düşünemezdim.”

Yani Anadolu’ya gittikten sonra Kemal Paşa’nın yukarıdaki satırlarda ortaya koymuş olduğumuz padişahla yaptığı görüşmesinde Padişah’ın millet uyanır dileğinin yerine geldiğini hatta milletin zaten uyanmış olduğunu görüp hayret ettiği de ortadadır. Yani canından bezmiş, son defa bir savaşa ikna edilmek istenen bir millet yoktur. İşgallerden önce, I. Dünya Savaşı’ndaki motivasyonunu hiç kaybetmemiş bir millet bulunmaktadır.

VAHİDEDDİN ATATÜRK’ÜN SÖZÜYLE ENİŞTESİNİ AZLETTİ

Mustafa Kemal Paşa, Yaveri olduğu Padişah’ın huzuruna çıkıp: “Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın liyakatsizliği ve gevşekliği nedeniyle, kurtuluş hamlelerini engellediğini ve bu nedenle görevine son verilmesi gerektiğini” söylüyor ve Sultan Vahdettin, Onun bu teklifini kabul ediyor ve eniştesini azlediyordu. Damat Ferit’in sadaret makamından azledilmesiyle yerine sonradan Ali Rıza Paşa ve Tevfik Paşa gelince İstanbul’da hava İngilizlerin istemediği şekilde değişecekti. Üstelik Damat Ferit hükümetinin Mustafa Kemal’i tutuklatma emrine İngilizlerin baskısı yüzünden susmak zorunda kalan Vahideddin, Ali Rıza Paşa hükümetinin Mustafa Kemal Paşa’nın aleyhine çıkarılan tutuklama kararını kaldırmasını da hiç tereddüt etmeden onaylamıştır. Bu konuda “meşrutî sınırlar içinde kalmaya özen gösterdiği”ni söyler. Fakat resmi tarih sanki 3,5 yıl boyunca sadrazamlığı Damat Ferid yapmış gibi mevzuyu ele alır.

28 EYLÜL 1919 TARİHLİ İRADE-İ MİLLİYE GAZETESİ’NDE DİKKAT ÇEKEN KISIMLAR

28 Eylül 1919 Tarihli İrade-i Milliye (Sivas) Gazetesi Sayfa 1

Metinin içeriği günümüz Türkçesiyle aynen şöyle:

Padişahımız Ne Emr İdiyor?

Hükümet Ne yapıyor?!

En son ve en muhlik felaketlerimizin Ferid Paşa kabinesinden daha büyük bir müsebbibi olmadığını bütün delail-i feci’asıyla anlayan milletin galeyan-ı meşru’unu Veli’ahdı Saltanat Hazretleri’nin ne tarihi bir belagata tercüman olarak iştirak ettiklerini geçen nüshamızın başında neşr ettiğimiz layiha bütün vuzuhuyla isbat etmişti; davamızın meşru’iyetine karşı bir lutf-i ilahi olarak, bugün de tekmil Anadolu efkar-ı umumiyesine Padişahımızın da aynı hissiyat ile mütehassis ve milletiyle beraber olduğunu isbat idecek bir beyanname-i humayuna destres olduk; filvaki’ zat-ı hazret-i hilafetpenahi, bundan evvel de, şeref-müsule nail olan bir ecnebi muhabirine vaki’ olub bütün cihan matbuatına in’ıkas eden beyanat-ı mülukanelerinde “milletle beraber” olduklarını ve “milletin mukaddesatını müdafa’a içün pençeleşmeye amade” bulunduğunu söyleyerek harekat-ı milliyeyi lütfen takdir etmiş ve hatta cereyanın başında bulunduklarını zımnen ilan buyurmuş olmakla beraber, hükumet-i hazıranın sıyanetinden bahs etmişlerdi: Son beyanname-i hümayun ise hemen kamilen bu mesele hakkındaki nokta-ı nazar-ı şahane-i millete tebşir etmek itibariyle umumun ibret ve minnetini tahrik idecek bir vesika-ı tarihiye add olunabilir. Osmanlı tarihinde her nokta-ı nazardan yegane bir vesika teşkil idecek olan bu beyannamenin hutut-ı esasiyesini şu suretle ihmal idebiliriz.

1- Padişahımız, Anadolu harekatının tamamıyla meşru’ olduğunu ilan iderek cereyan-ı mevcudu lütfen teşvik etmekde ve hatta iştirak-ı humayunlarıyla takviye buyurmakdadırlar.

2- Ferid Paşa kabinesinin takip etmekde olduğu siyaset-i dahiliyeyi şiddetli bir lisan-ı mehabetle takbih iderek menafi’-i hayatiyemize muğayir telakki etmekdedirler.

3- Bununla beraber şimdiye kadar ecnebi kuva-yi işgaliyesine istinaden payidar olabilmiş olan heyet-i vükelaya son bir ihtar olmak üzere “kanuna ri’ayet ve milletin hukukunu sıyanet” lüzumunu ferman buyurmakdadırlar.Beyanname-i hümayun’un bu hutut-ı esasiyesini muhtevi cümlelerin milletimize harfiyen tebliğini, makam-ı hilafetpenahiye karşı bir vazife-i sadakat ve ubudiyet add ideriz. Evet, padişahımız harekat-ı milliyenin esbabı meşru’adan mütevellid ve binnetice meşru’ olduğunu ilan idiyorlar; çünkü beyanname-i hümayunlarının ikinci cümlesinde: “Anadolu ahval ve harekatı, İzmir işgali ile onu takip eden vekayi-i feci’anın ve Anadolu vilayat-ı şarkiyesi mukadderatı hakkında işa’a idilen rivayatın efkar-ı ahalide hasıl eylediği tesirat neticesi olub vukuat ve şayiat-ı mezkureden bilcümle efrad-ı ahalimizle beraber kalbimizde husule gelen teessürat pek amik ve hukuk-u devlet ve milletin sıyaneti emrinde sarf-ı ma-hasal gayret etmek cümlemiz için pek tabi’idir!” buyuruyorlar.Padişahımız Efendimiz Hazretleri Anadolu harekatının bu suretle sırf esbab-ı milliyeden mütevellid olduğunu ve esbabın tesiriyle kalb-i rahim-i şahanelerinin de kalb fevkal’ade müteessir bulunduğunu söylerken, bakın sadrazam Ferid Paşa Tan Gazetesi muhabirine neler anlatıyor: Filhakika son posta ile gelen 5 Eylül tarihli İstanbul gazetelerinde münderic beyanatı esnasında, sadr-ı lahık Anadolu harekatı hakkında irad idilen bir suale cevaben “Bu hareket, tamamıyla ittihadçı kıyamıdır” diyor! Ve bu suretle milletin en mukaddes hissiyatını ecnebilere karşı gizli göstermek istediği gibi padişahı da tekzib etmekten utanmıyor!”

Yani bu gazete nüshasından aldığımız bu kısımdan anlaşılıyor ki padişahın Anadolu halkına, yanınızdayım mesajını veren bir beyannamesi var ki, gazete sütunlarında alkışla karşılanmış. Mustafa Kemal, 28 Eylül 1919 tarihli nüshada bu beyannamenin Osmanlı tarihinde her bakımdan benzersiz olduğunu yazıyor. “Padişahımız” diyor, “Anadolu harekâtının tamamiyle meşru olduğunu ilan ederek mevcut cereyanı, yani Kuva-yı Milliyeyi lütfen teşvik etmekte ve hatta katılarak kuvvetlendirmektedir.”

Üstelik Damad Ferid’in marifetleri de yerden yere vurularak Anadolu hareketine bakışlarının padişah Vahdettin’le A’dan Z’ye ters olduğu vurgulanmış. Zaten Ferid Paşa’nın hünkarla arası genelde çok iyi olmamıştır ki şu satırlar da bu gerçeği apaçık ortaya koymaktadır:

“Ferid Paşa’nın saraya damad olduğu yıllarda, o zamanlar taht sırasının henüz çok gerisinde bulunan Şehzade Vahideddin Efendi’yle münasebeti sonraki senelerle mukayese edildiğinde iyi değil kötü, hem de çok kötüdür. Meselâ Paşa nikâhtan sonraki günlerde Baltalimanı’ndaki cariyelerden biriyle fazla ilgilenmeye başlamış, bu iş Mediha Sultan’ın bir hayli canını sıkmıştır. Sultan konuyu bir gün kendisini ziyarete gelen kardeşi Vahideddin Efendi’ye açar. Bahçede konuşarak dolaşmaktadırlar. Bahçenin öbür ucunda birdenbire Ferid Paşa görünür. Yaklaşır ve kayınbiraderine yerden bir temenna eder. Şehzadenin eniştesinin bu selâmına karşılığı, elindeki at kırbacını var gücüyle Paşa’nın suratına aşketmek olacaktır.”(Bardakçı, 1998)

Nitekim Vahideddin, çok sonraları da Ferid Paşa’dan bahsederken “…iç meselelerde çok bilgisizdi. Zavallı Ferid Paşa dünyaya İngilizlerin gözlüğüyle bakıyordu. Allah onu affetsin” diye yazacaktır. (Bardakçı, 1998)

Yine Ferid Paşa’nın gemi azıya aldığı sadrazamlık günlerinde bu makama bir başkasını niçin getirmediğini soran kızlarına ya “Elimde başka kim var ki?” yahut “Ferid Paşa haricinde hiç kimse sadrazam olmayı kabul etmedi” diyecektir.

Kızı Sabiha Sultan da sonraları aynı şekilde yazacaktır. Vahideddin Ferid Paşa’dan hoşlanmamakta ama sadarete getirme hususunda mecbur edildiğini söylemektedir:

“Halam Mediha Sultan bazan zevci Ferid Paşa’nın Avrupa seyahatine çıktığı zamanlar Çengelköyü’ne bize gelir, onbeş-yirmi gün kadar kalırdı. Paşa İngiliz usullerine çok riayetkâr olduğundan halam akşam yemeklerine dekolte elbise ile oturur ve annem de kendisine bu kıyafetde refakat ederdi. Babam o zaman smokin giymek Türklerde adet olmadığından siyah ceket ve yollu pantolon giyerdi.

Baltalimanı’ndaki yalı -ki Ferid Paşa’nın hiçbir ilişiği yoktur ve Hazine-i Hassa’ya aiddir- hayatı tamamen değişti. Çok azametli ve haris bir zat olan Ferid Paşa yalıyı bir saray teşrifatına sokmuş suvareler, yemekler, sefirli toplantılar tertiplemiş ve yemeklere bile kendisi smoking, halam açık dekolte tuvaletle inmeye başlamışlardır.

Hiç unutmam, bir gün halamı ziyarete gittiğimde salona aldıkları zaman halam bir koltukta oturuyor ve Ferid Paşa da ona org-piyanoda Haydn çalıyordu. Bunun bir gösteriş, tesir yapmak için bir mizansen olduğuna eminim!

Babam, Ferid Paşa’yı sevmezdi. Karakterleri bu kadar zıt iki insan bulunamaz. Sonuna kadar da sevmedi. Ferid Paşa Avrupa’da bilhassa İngiltere’de bulunmuş, kimseyi ve muhitini beğenmeyen, küçük gören bir adamdı.

Birgün babamın yanına girdim.

-“Ooo Sabiha, gel bakalım. Ne haberler getirdin, ne var, ne yok?” deyince evvelâ sustum, sonra:

-“Darılmazsanız bir haber duydum” diyerek Ferid Paşa’nın sadrazam olacağını duyduğumu söyledim. Babam “Buna inandın mı?” dedi. İnanmadığımı ama söylendiğini tekrarladım.

O zaman, “Benim onun hakkındaki kanaatimi bilirsin. Olmaz böyle şey, inanma!” deyince ben de sevindim ve çıktım.

Aradan kısa bir müddet geçti ve Ferid Paşa sadrazam oldu. Çok üzülmüştüm ve babama bunu açıklamaktan kendimi men’ edemedim.

-“Oldu, mecbur oldum, bir gün bunları sana anlatırım” deyince;

“Ne olur, şimdi anlatın… Neye mecbur oldunuz?” dedim.

Söylemedi, saç perçemlerimi eliyle kaldırıp okşadı, öptü, ben de onu öptüm.

Babam o kadar itimad etmedi ki, Ferid Paşa Sevres’e giderken sırf kontrol etmek ve yanlışlardan korumak için tecrübeli Tevfik Paşa’yı da arkasından yolladı”.(Bardakçı, 1998)

Esasen etliye sütlüye karışmak istemediği halde mucizevi şekilde tahta oturmuş ve devlet işlerinde deneyim edinememişti. Üstelik yaşı da 57’ye gelmişti. Bu nedenlerle padişahlığı sırasında devlet yönetimi daha çok sadrazam Damad Ferid’in elinde kalmıştır. Vahideddin de sadrazam kurbanı bir padişahtı.

Tüm bunlar olurken farklı her katmandan gelen destekle gün geçtikçe büyüyen anti-emperyalist milli direniş, Anadolu’yu sarıp adeta bir çığa dönüşünce çılgına dönen İngilizlerin baskılarına payitahtın direnememesi sonucu Mustafa Kemal Paşa’ya Kazım Paşa’nın daveti üzerine geldiği Erzurum’da bulunduğu esnada telgrafla 9. Ordu Müfettişliği’nden alındığı bildirildi. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, restle karşılık verdi ve askerlikten komple istifa ettiğini bildirdi.

FEVZİ ÇAKMAK, İSTANBUL’UN İŞGALİNİN SON HÜNKÂRI ADETA YIKTIĞINI, VAHİDEDDİN’İN BU DURUM KARŞISINDA MUTSUZ VE BİTKİN BİR DURUMDA OLDUĞUNU AMA TÜM KALBİNİN ANADOLU İLE OLDUĞUNU BİLDİRMİŞ

27 Nisan 1920 açılışın 4. günüdür. Mecliste bir hareketlilik vardır. Meclis kürsüsünde Meclis Başkanı sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa şunları söyler:

“Efendim resmî görüşmelere geçmeden bir şey arz etmek istiyorum. İstanbul’dan Harbiye Nazırı Fevzi Paşa hazretleri Ankara’ya girmek üzereler. Eğer tensip buyurursanız meclisimizden bir heyet Fevzi Paşa hazretlerini karşılamak üzere yola çıksın. (Meclisten “hep beraber karşılamaya gidelim” sesleri) Mustafa Kemal, “Peki efendim, o halde bütün Meclis olarak hep beraber karşılamaya gidelim. Bu sebeple Meclisi tatil ediyorum” der.

Mareşal, tren garında heyecanla karşılanır. Meclis’e getirilir. Bir süre dinlenir. Sonra alkışlar eşliğinde kürsüye çağrılır. Ve şu tarihî konuşmayı yapar (Bu konuşma Meclis zabıtlarına da yansımıştır):

“Sevgili mebus arkadaşlar; söze başlarken İstanbul’un esaret muhitinden kurtularak Ankara’nın hür muhitine geldiğimden dolayı Cenab-ı Hakk’a hamd ve şükür ederim. (Şiddetli alkışlar) Ve beni böyle karşılayan sizlere de teşekkür ederim. Efendiler, gerek padişahımız efendimiz hazretleri, gerek bendeniz, beşyüz senelik bakir payitahtımızın ilk defa düşman tarafından işgali faciasını görmek bedbahtlığına uğramış felaketzedelerdeniz.

Bir gün sonra Padişahımız efendimizle görüşmek üzere Cuma selamlığına gittim. Namazdan evvel padişahımız bendenizi kabul ettiler. Fevkalâde üzgün bir halde bulunuyorlardı. Bana dediler ki;

…Ben bugün böyle müthiş bir azap içinde camiye gelmek istemiyordum. Fakat halife olmam veçhiyle bu Cuma selamlığı bana bir dini mükellefiyet. 50 yıllık bir yıkımın enkazı altında kalmak da bana çok ağır geliyor. Bu enkazın altında ezildik diyerek üzüntüsünü dile getirdi.

Ertesi hafta padişahımız beni Cuma selamlığında tekrar karşıladı ve buyurdu ki, “-PAŞAM AMAN ANADOLU İLE İRTiBATI TEMİN EDİNİZ”. Ben de dedim ki efendim irtibat hazırdır. Fakat İngilizler sıkıntı çıkartıyor. Bu sözüm üzerine zat-ı şahane bana;

“…Olsun siz sakın Anadolu ile irtibatı kesmeyiniz” buyurdular.

Arkadaşlar İngilizler bizden ve padişahımız efendimizden Anadolu harekâtını ve Kuva-yı Milliye’yi inkar ve reddetmemizi istediler. Biz bunu kabul edemedik ve etmedik de … Çünkü Kuva-yı Milliye’yi reddetmek doğrudan doğruya halkı reddetmek demektir. Biz bunun farkındaydık.

Sonra dediler ki:Siz ve padişahınız Kuva-yı Milliye’yi reddetmezseniz bütün yolları keseceğiz. Anadolu’ya giden tüm buğdaylara el koyup yalnızca bize yakın olan Ermeni ve Rum halka buğday verir. Türk halkını açlığa terk ederiz. Hükümet olarak biz ve Padişahımız buna rağmen Anadolu harekatı ve Kuva-yı Milliye aleyhinde en küçük bir söz söylemedik. Zinhar söyleyemezdik. (Meclisten kahrolsunlar sedaları)

“MUSTAFA KEMAL’İ İDAM FETVASI, SÜNGÜ ZORUYLA ALINDI”

Padişahımız Ankara’nın zaferleriyle sevinip başarısızlıkları ile hüzünlenmekteydi. O sıralarda hepinizin malumu olduğu üzere İngilizler baskıyla, tehditle o mahut fetvayı aldılar (İdam fetvasını diyor) Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin imzaladığı, Mustafa Kemal hakkındaki idam fermanı. Malumunuz olduğu üzere o fetva süngü zoru ile alınmış ve İslam milletinin birbirine düşürülmesi hesaplanmıştı. O fetva acı bir vesikadır. Millet ve siz sanırım bu fetvanın geçerli olmadığını ve hangi şartlarda zorla yazdırıldığını anlamışsınızdır. (Tüm Meclisten “Şüphesiz” sedası yükselir…) Konya Milletvekili Refik Bey; “Zaten o fetvanın bizce bir hükmü yoktur. Hangi baskılarla yaptırıldığı bizce de malumdur” der. Fevzi Çakmak, sözlerini bitirerek kürsüden iner.

İdam fermanı ile ilgili daha da mühimi, padişah süngüler altında bu kararı imzalasa da, “yakalandığında yeniden yargılanması şartıyla” diye şerh düşer. Ardından hükümet devrilir. Padişah bu sefer tüm rütbelerini iade eden, hakkındaki fermanı da iptal eden karara imza atar. (Resmi tarih bu ikinci kısmı pek konuşmaz. Oysa Kemâl Paşa’nın ne Sakarya’da, ne Afyon’da savaşırken hakkında bir karar yoktur.)

SULTAN VAHİDEDDİN TARAFINDAN MİLLİ MÜCADELE’YE VERİLEN DESTEK, İNGİLİZ BELGELERİNDE ÇIKTI

Bugüne kadar Vahdettin için hep İngiliz işbirlikçisi, monşeri olduğu söylenegelmiştir. Peki işin iç yüzü nasıldır?

Vahidüddin, toplarını saraya çevirmiş olan işgâlcilere itaat etmiş görünmek zorunda olduğunu düşünmüştür. Fakat asıl düşündüğü, tek düşündüğü ülkenin bu felaketten nasıl kurtulacağıdır.

Yakın tarihe ışık tutacak bilgilerin yer aldığı ve 90 yıldır İngiltere Devlet Arşivi’nde bulunan Türkiye Raporu orijinal haliyle yayımlandı ki içinde Vahdettin ve Osmanlı Hükümeti ile ilgili çok çarpıcı hususlar bulunmaktadır.

1921’de İstanbul’da bulunan İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’un kaleme aldığı raporda Padişah Vahdettin’in Millî Mücadele’ye açıkça destek verdiği anlatılıyor. İstanbul’daki nazırlardan birinin bu süreçte Millî Mücadele güçlerine silah ve cephane tedarikinde bulunduğu belirtiliyor. Anadolu’ya asker, savaş malzemesi vs. göndermek için İstanbul’da örgütlerin kurulduğuna da dikkat çekiliyor. Ayrıca resmî tarihi sarsıcı şu tespitlere yer veriliyor: “İstanbul hükümeti, Yunanlılarla mücadelede Ankara’dan yana tavır koymuştur…”

Türkiye hakkında ayrıntılı ve çarpıcı bilgiler içeren belgeleri yayımlayan Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali Satan, söz konusu raporların kapsamlı ve soğukkanlı analizler olduğunu belirterek, objektif veriler barındırdığını ve döneme ait bilgilerimizi zenginleştirdiğini dile getiriyor. Raporda resmî tarihi sarsıcı şu ilginç tespitler yer alıyor: “İstanbul hükümeti, Yunanlılarla mücadelede doğal olarak Ankara’dan yana tavır koymuştur… Sadrazam ve Hariciye nazırı, Ankara hükümeti ile doğrudan ilişkilerinin olmadığını söylese de buna inanmak güçtür… İstanbul hükümeti nazırları Ankara’dan bağımsız görünmekle beraber Ankara’nın görüşlerini göz önünde tutuyorlardı.” Öte yandan, İngiliz diplomatlar yazdıkları raporda, İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan savaşında tarafsız olduklarını ilan etmelerinden sadece birkaç gün sonra bu karara uymama konusunda anlaştıklarını itiraf ediyor.

Ali Satan, Ankara’nın Milli Mücadele zamanında Müslüman ülkelerden yardım istemesinin İtilaf Devletleri’ni kaygılandırdığının raporlardan anlaşıldığını ve bu durumun raporlara, ‘Ankara’nın dış ilişkilerinde panislamist bir etki görülmektedir’ diye geçtiğini ifade ediyor. Kitabın, dönem ile ilgilenen herkes için kaynak bir eser olduğuna dikkat çeken Satan, “Raporlarda, azınlıkların durumu, ekonomik ve adlî reformlar, sıhhî hizmetler, gümrükler gibi pek çok konuda bilgiler sunulmakta. Yalnızca siyasî tarih için değil, sosyal tarih ve şehir tarihi araştırmaları için de değerli bir kaynak.” diyor.

Dokümanların ortaya koyduğu gerçekler

“Sadrazam ve Harbiye nazırının inkâr etmesini rağmen İstanbul hükümeti, Anadolu direnişini destekliyor, silah ve cephane gönderiyor.”

“Ankara’nın dış ilişkilerinde panislamist etki görülmektedir.”

“İngiltere Türklerin mukavemetini, direncini görmek istiyor.”

“Türkler, Yunanlıların arkasında İngiltere’nin olduğunu bilerek hareket ediyor.”

SON HÜNKÂR, ORDUMUZA VERİLMEK ÜZERE HİLAL-İ AHMER’İN YARDIM KAMPANYASINA BAĞIŞTA BULUNMUŞ

11 Eylül 1922 tarihli İkdam Gazetesi…

Sultan Vahideddin 10 Eylül 1922 tarihinde Türk askerlerine verilmek üzere Hilâl-i Ahmer için açılan yardım kampanyasına 5.000 lira bağışta bulunmuştur. Hilâl-i Ahmer (Kızılay) 11 Eylül tarihli İkdam gazetesinde Padişah’a teşekkür ediyor.

Aynı şekilde yine Daily Mail gazetesinin 15 Eylül 1922 târihli nüshasında, Sultan Vahideddin’in “Kemalist Ordu’ya Kızılay (Hilal-i Ahmer) vasıtasıyla 5000 Türk Lirası yardım gönderdiği” belirtilmiştir.

Tüm bu kanıtlardan ve şartlardan hareketle de hain, korkak gibi peşin hükümlerde bulunmak gerçeğe ve mantığa uygun olmayan bir tarihi konumlanışa sebep olacaktır ki hakikatten, mantıktan, vicdandan ve bilimsellikten uzak bu ön yargılı peşin hükümlerle yazılan resmi tarihin zorlama tezleri can çekişmeye başlamıştır. Yakın tarihimizin gerçeklerini girift bir muammaya dönüştüren ve bu gerçeklerin bir kısmını küller altında bırakan dinamikler, gölgede kalan gerçeklerin anlaşılması ve tarih anlatımına vurulan zincirlerin arka arkaya kırılması neticesinde ciddi olarak kabuğunu kırmaya, değişim yaşamaya başlamıştır. Senelerdir unutturulmaya çalışılan gerçeklerin şafağı, genç araştırmacıların tarihi özgürleştirmek ve gerçek yerine oturtmak için var güçleriyle çaba göstermeleri sonucu sökmek üzeredir. Gerçeklerin şafağı tamamen sökünce de hakikatler daha cesurca yazılacaktır.

İşte son hünkâr da başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi’ye 27 Ocak 1919 günü söyledikleriyle de buna işaret etmiştir:

“İstiklalimizi kurtarmak için zaruri olarak bu hallere tahammül ediliyor. Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakikatleri yazar..”

Kaynakça:

  • Türk Tarihinde Meseleler-Hüseyin Nihal Atsız, 2024, Ötüken Neşriyat
  • Şahbaba-Murat Bardakçı, 1998, İnkılap Kitabevi
  • Atatürk’ün Bütün Eserleri, 8. cilt, 2002, Kaynak Yayınları
  • Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı-Prof. Dr. Salahi R. Sonyel, 2010, Atatürk Araştırmaları Merkezi Yayınları

Makaleye Yorum Yaz Rastgele Makale Getir

Yazar


Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin

En son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için ücretsiz abone olun.

Bir Yorum Yazın

İlginizi Çekebilir

Başa dön tuşu

Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen ücretsiz abone olun.

Okumaya Devam Edin

Gizliliğe genel bakış

Bu web sitesi, size mümkün olan en iyi kullanıcı deneyimini sunabilmek için çerezleri kullanır. Çerez bilgileri tarayıcınızda saklanır ve web sitemize döndüğünüzde sizi tanımak ve ekibimizin web sitesinin hangi bölümlerini en ilginç ve yararlı bulduğunuzu anlamasına yardımcı olmak gibi işlevleri yerine getirir.

Detaylı bilgi için Gizlilik ve Çerez Politikamız sayfasını inceleyebilirsiniz.

Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Makale Arşivi olarak, sizlere değer katacak bilgileri sürekli araştırıyor ve en güncel makaleleri sizinle paylaşıyoruz.
Bu platformu ayakta tutan en önemli destek, reklamlardan elde edilen gelirlerdir. Reklamlarımızı, sizlere en iyi deneyimi sunmak adına, mümkün olan en az rahatsız edici şekilde yerleştirmeye özen gösteriyoruz. Sizden ricamız, bu değerli içeriği sürdürebilmemiz için reklam engelleyicinizi kapatarak bize destek olmanızdır. Desteğiniz, gelişmeleri size ulaştırmaya devam etmemize katkı sağlayacaktır.