Bilgi, insanı düşündüren, sorgulatan ve güzel yaşamak için yol gösterendir.
Her yeni bilgi bana biraz tebessüm ettiriyor olsa da artık alışıyorum.
Her okuduğum ve öğrendiğim şey, ne kadar da az bilgiye sahipmişim duygusunu yaşatıyor; yanlış anlaşılmasın, “ne kadar da cahilmişim” demiyorum, çünkü cehalet sorgulatmaz, öğretilen ile idare etmeyi kabullendirir.
Üç paragraf, koy birbiri ardına ne anlarsan anla, hani Anadolu’da derler ya, “Dam başında, saksağan, vur beline kazmayı!…”
TDK Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’ne (Ali Püsküllüoğlu) baktım, anlamı dedir diye:
“Eğer, gerçekleşen bir olayın sebebi ve sonucu arasında mantıksız bir ilişki varsa, bu mantıksızlığı belirtmek için bu atasözü kullanılır.” diyor.
O kadar okudum, yazdım, dinledim, gördüm ve bütün bu bildiklerimin l bir yerlerinde bir şeylerin ya eksik ya da birilerinin istediği gibi olduğunu gördüm.
Bu birleri kim ise de, onu da anladım gibi ama yine de arıyorum!
Kutsal kitaplar, ders kitapları, uluorta yazılanlar, çizilenlerden öğrendiğim İnsan ve insanoğlu ile bilgiler ile, dünyanın gözümüze sokmaya çalıştığı bilgiler çok farklı.
Bilimsel (doğruluğu tartışılmayan) kaynaklara bakıyorum, İnsanoğlunun yaşı hakkında neler var diye, karşıma:
“İlk modern insan olan Homo sapiensler, evrim teorisine göre 200.000- 300.000 yıl önce ilk insansı (hominid) atalarından evrilmişlerdir. Yaklaşık 50.000 yıl önce dil yeteneğini geliştirmişlerdir. İlk modern insanlar yaklaşık 70.000-100.000 önce Afrika’yı terk etmeye başlamışlardır”, diyor.
Polemik olmaması açısından ben Hıristiyanlığın kutsal kitabı İncil’den bu konuda yapılan alıntıyla bakalım
Hıristiyanlığın “Genç Dünyacı” görüşüne göre Dünya, M.Ö. 4004’üncü yılında yaratıldığı, tam olarak bu tarihi vermese de, dünyanın yaşının yaklaşık 10 ile 20 bin yıl civarında olduğunu” söylemektedirler.
Yine hadislerde, ““Âdem’den kıyamete kadar insanlığın ömrü yedi bin senedir”, denilmektedir.
Burada tartışmayı sonlandırmak için bir not; “bir gün”ün kaç saat kabul edildiği ve zaman algıları ile ilgili polemikler de halen sürmektedir.
Öte yandan, bilimsel tarih diye bize öğretilen tarih ise, insanlık tarihini: İlkçağ, Ortaçağ, Yakınçağ, Yeniçağ olarak belirtirken, 2000 (ikinci milenyum) öncesi bilgi çağı, uzay çağı diye söylenirken şimdi da “elektronik ya da internet çağı” da denilmektedir.
Hepimizin kabul ettiği günün hakim batı ve Hristiyan kültürü ise “Milat”ı, İsa’nın doğumu olarak kabul eder, Roma İmparatorluğunun yıkılışına kadar geçen M.S 476’ya kadar olan zamanı da, insanlığın kabul ettiği çağların başlangıcı İLKÇAĞ olarak tanımlar.
Bu çağın İnsanları avcılık ve toplayıcılık yaparak yaşamlarını sürdürmüşlerdir.. Mağara ve ağaç kovukları barınak olarak kullanmış, bitkilerden elde ettikleri boyalar ile mağara duvarlarına av resimleri yapılmış, kazınmıştır.
İlk insanın yaşam biçimi konusunda da Marks da benzer görüşleri savunmakta ve buna İlkel Komünal Toplum demektedir.
Özel mülkiyetin olmadığı bu dönem için bütün düşünür ve bilim insanlarının görüşü aynıdır, burada kafaları karıştıran konu ise, bu çağın günümüzden ne kadar zaman ötede olmasıdır.
Özel mülkiye, DEVLET olgusunun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bilinen ilk devlet olan Sümerlerin devletleşmesi de böyle bir süreç sonunda güç ve mücadeleyle olmuştur.
Göçebe bir yaşam tarzı olan Sümerler’in, Mezopotamya’da yerleşik yaşam tarzı olan insan toplulukları üstünde egemenlik kurmaları ile ilk devlet süreci başlamıştır.
Yazının icat edilmesi insanlık tarihinin kayıt altına alınması açısından çok önemlidir ancak, bu da M.Ö 3200’lerde Sümerlerdedir.
Afrika ve Güney Amerika’da bazı medeniyetlerin yazıları olmakla birlikte, 12 bin yıl öncesine dayanan Göbeklitepe’deki kazılarda ortaya çıkan dikilitaşlar üzerindeki objelerin, “ilk resim yazısı” olabileceği varsayılmaya başlandı.
İnsanlık olarak, eğitim, “bilim” ve din gibi bilgi kaynaklarında öğretilenler ile, yine araştırma ve kazılarda ortaya çıkan bilgi ve bulgular insanlık ile ilgili tarihi süreç ve gelişmeleri 50, 100, 150, 200 bin yıllar ile tanımlamaya başlayınca, doğal olarak insanın ve insanlığın kafası karışmaktadır.
Burada doğal olarak sorulması gereken soru, bu kadar somut bilgi ve bulgular varken ve bilim de bu kadar gelişmiş iken, hala bu kadar kafa karışıklığına sebep olan bilgiler neden güncellenmez?
Ortadoğu denilse de, ben Akdeniz’in doğusu diyeceğim ve bu topraklarda yaşananlara bakınca şaşıp kalmamak elde değil.
Örneğin bütün tek tanrılı dinlerin peygamberlerinin atası olan Hz İbrahim’i Annesi, zamanın Kıralı Nemrut’tan kaçarak Urfa’da Mevlid-i Halil Mağarası’nda doğurduğu rivayet edilir.
Hz Muhammet’in atası İsmail ile Hz Musa’nın atası İsak, Hz İbrahim’in oğullarıdır
Bu gün, Müslüman Filistin ile Musevi İsrail’in savaşını ne ile açıklamak gerekir; bunun geçmiş ile ilgili bir çok açıklaması olabilir ama günümüzde, Musevilerin ARZ-I MEV’UD /Vadedilmiş Topraklar dediği topraklar ideali, ekonomik bunalıma giren Kapitalizm’in bir çıkış arayışına kullanılıyor olmasın.
Filistin, Ürdün ve Suriye gibi ülkelerde radikal islamcı denilen grupların da bir takım projelerde kullanılan oyuncaklar olması da insanın aklına gelmez mi?
Bu günler, her ne ad altında, hangi insani duruş ve düşünce altında olursa olsun, EMPERYALİZME KARŞI ULUSAL BAĞIMSIZLIK SAVAŞI ile KURULAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ ve YURTTAŞLARININ iki kere daha uyanık olması gerekmez mi?
Olaylara ve tarihe bakınca insanın aklına Mehmet Akif’in şu dizeleri geliyor:
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!/ Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/ “Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;/ Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
Bir şeylerden ibret alır mıyız, kim bilir?
Makale Arşivi sitesinden daha fazla şey keşfedin
En son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için ücretsiz abone olun.